31 Ağustos 2011 Çarşamba

Delasan


- Ben bilmem miiii, bilirim ki ben. Bilmem miii, bilirim ki.

Köyün güçlü kuvvetli delikanlıları ahşap kapıyı yumruklayıp tekmelerken, Delasan sayıklamaktaydı. Bir ileri bir geri sallanıp kibritleri zımpara kağıdına beceriksizce vuruyor, sürgülü kapıdan gelen sesleri duymamak için sesini yükseltiyordu.

- Hasan aç kapıyı! Aç vallahi sana göynek alcam şehre inince!

Okul çağına yaklaşıp da, aklının akranlarıyla eş olmadığı iyiden iyiye anlaşılınca, Akil Hala’nın oğlu Hasan, Deli Hasan diye çağrılır olmuştu. Gel zaman git zaman, “Deli Hasan” da “Delasan” olmuş; Hasan bile kendi öz adını unutmuştu. Şimdi kapının ardından çağrılan isim ona öyle uzaktı ki, dikkatini bile çekmiyordu. Delikanlılar ise – böyle bir durumda kendisine deli demek istemediklerinden olacak – “Hasan, Hasan!”, diye bağırıp duruyorlardı.

- Hasan’ım dışarı gel hele etme, bak Emmi de gelmiş, Piştov’unu verecekmiş sana.

Delasan sabahları erkenden köyün meydanına gelir, kelimeleri uzata uzata bir “Selamınaleyküm” çeker, selamını alan oluncaya kadar da kahvenin önünde beklerdi. Erkenden yola çıkmasının bir nedeni vardı tabii; Emmi’yi evden çıkarken yakalar, elini öpüp “Emmi Piştov’u baa vercen mi?” diye sorardı. Emmi de, “Büyü de hele, bakarız.” diyerek geçiştirirdi Hasan’ı her sabah. Şimdi kapının önünde çatlak sesiyle bağıran anasının amcasıydı Emmi. Arka bahçesinde Piştov’u her ateşlediğinde, Delasan, uzakta da olsa, üstüne gelen bir şeyden sakınır gibi sol yanını dönerdi. O küçücük, biçimsiz, kara cisimden o sesin nasıl çıktığını bir türlü anlayamaz, ama kendisine korku veren o kütleyi eline alıp hükmetme arzusunu da bastıramazdı. Emmi’ye gösterilen hürmetin Piştov’dan kaynaklandığını sanır, belinde Piştov’la köyün meydanına indiğini ve herkesin, o gelince “Aleykümselam Delasan” diye ayağa kalktığını düşlerdi.

Yaz güneşinin, kertenkeleleri dalga dalga duvarlara topladığı sıcak bir günde, Delasan, her sabahki töreni tekrarlamak için Emmi’nin kapısının önündeydi. Bekleyişi her zamankinden uzun sürünce meraklandı, kapıyı vurdu, açan olmadı. Kapının üstünden bahçeye baktı, kimseyi göremedi. Köyün meydanına inince Emmi’yi kahvede otururken buldu. Alıştığı düzen bozulduğundan olsa gerek, Emmi’ye bakakaldı.

- Beni mi bekledin yiğen?
- He Emmi, sana baktım.
Emmi duyup duymadığını belli etmeden çayından bir yudum aldı. Delasan sesini yükseltti:

- Emmi?
- De yiğen.
- Ben büyüdüm Emmi.

Büyümüştü; şimdi kibritleri zımpara kağıdına vurup dururken ellerinde görüyordu bunu. Belki yıllar olmuştu, ellerine bu kadar uzun, bu kadar dikkatli bakmamıştı. Hatırladığı gibi değildiler, eski bir pabuç gibi gözüküyorlardı gözüne. Emmi’yi kahvede bulduğunda da büyüdüğünün farkındaydı; yıllar önce, koluna uzanmaya çalıştığı kapının üstünden bahçeye bakabiliyordu artık.

- Büyüdün tabii, büyümez olur musun.
- O zaman Piştov’u vercen di mi Emmi.

Emmi yanıt vermedi. Kaşlarını kaldırıp yanındakilerle konuştu, Delasan sıkılıp gider diye bekledi. Delasan’ınsa gitmeye hiç niyeti yoktu. Yıllardır bu anı bekliyordu; Emmi’si “Gel artık kocaman oldun.” diye onu gizemli bahçesine alacak, Delasan da belki bir erik, belki bir armut ağacının altında Piştov’u ateşleyecekti. Ateşleyince ne olacaktı belli değil, ama yapacaktı işte.

- Emmi ben bekliyim mi evin önünde?

Sıcaktan mı, yoksa Delasan’ın ısrarından bıktığından mı bilinmez, birden sinirleniverdi Emmi:

- Ulan daha bi ateş yakmayı bilmiyon, nasıl ateş edecen!
- Biliyom ki Emmi.
- Biliyosan git de anana yardım et. Büyümüşmüş!

Belki de ilk defa o gün, Delasan, aklı başında bir insan gibi, sahip olduğu bir şeyi kaybetmenin korkusunu duydu içinde. Her şeyi geç anlıyordu ama Piştov’a dokunma umudunun uçup gitmekte olduğunu bir anda kavrayıverdi.

Eve koştu. “Ana!” diye bağırdı, anası yoktu. Su kazanı bahçeye konmuş, altının yakılmasını bekliyordu. Delasan, pencereyle demirlerin arasından, kibrit kutusu yerine geçen zımpara kağıdını aldı; kazanın altındaki iki büyük taşın arasına sokuşturulmuş çalı çırpıyı yakmaya çalıştı. Olmayınca, “Rüzgardan.” dedi. “Ahırda yakarım buraya getiririm.” diye düşündü. Ahırın içinde de rüzgar vardı, kibritlerse birer birer kırılıyor ama bir türlü yanmıyorlardı. Delasan rüzgara kızıp telaş ve öfkeyle ahırın kapısını kapadı. Kışları, sıcak oluyor diye ineklerin yanı başında uyurken kapının arkasına sürdüğü dört köşe kütüğü, rüzgar giremesin diye yerine yerleştirdi. İlk vurduğu kibrit birden alev aldı, penceresiz ahırın içine ışık doldu. Şaşkınlık ve mutlulukla, bir süre kibrite baktı, sonra köşedeki küçük saman topunun üstüne atıverdi. Samanlar kibritin alevini büyüttü. Ortalık daha da aydınlanırken ince bir duman yayıldı.

- Biliyom işte ateş yakmayı, biliyom!

Küçük saman balyası sönerken, anası dumanı görüp kapıyı yumruklamaya başlamıştı bile. Neden yaptığını unutmuştu artık Delasan, birbiri ardına kibritleri kağıda vuruyor, yakamadığı kibriti bırakıp yenisini alıyordu. Bir yandan ellerine şaşıyor, bir yandan yakamadığına öfkeleniyordu.

- Ben bilmem miiii, bilirim ki ben. Bilmem miii, bilirim ki.

Bağırış çağırışlar kar etmeyince baltalar inmeye başladı kapıya. Büyük elleriyle son kibritini aldı Hasan, bir vuruşta yaktı, hiç düşünmeden attı büyük yığının içine.

- Emmiiii! Büyüdüm ben! Yaktım ateşi!

Hasan’ın büyük elleri aleve uzanmıştı. Elleri, alevle gövdesi arasında iki gölgeydi. Parmaklarını oynatmasıyla, Piştov’un resmi belirdi birden.

Güldü Hasan, doyasıya güldü.





Resim : "Kader" - Jak İhmalyan

21 Ağustos 2011 Pazar

Miko

Uyandığında yanında kimseyi görmedi. Her sabah, nerede olduğunu hatırladığında, bunun olağan bir şey olduğunu kendine tekrar edip duruyordu Miko. Kamarasından güverteye çıktı ve oturdu. Boş gözlerle mavi düzlüğe baktı. Güneş yine arkasında, rüzgar güneyden esiyor, e hayat hala fena değildi hani.

Üçağız’dan yola çıktığında güneş yeni doğuyordu ve insanı hapşırtacak bir rüzgar vardı. Kimse görmesin, duymasın diye nasıl da titreyerek yürümüştü evin içinde! Aynı odayı paylaştığı üç arkadaşı – ki biri ağabeyidir – biraz mırıldandı uykusunda, oda ölesiye havasızdı yine, Miko parmak uçlarına basarak ve biri uyanırsa söyleyeceği yalanları tasarlayarak kapıya yöneldi. Kimse uyanmamıştı; zaten bu erkek kokan odanın içinde, uzun günlerin yorgunluğunu taşıyan bedenler, öyle her kıpırtıya uyanmamayı öğrenmişti.

Miko – ki Mikail’dir asıl adı ve uzun süre alışamamıştır lakabına, “kutsal meleğin adından lakap olur mu,” diye – çok uzaklardaki evinden kalkıp buraya geldiğinden beri , küçük bir gezi teknesinde çalışmaktaydı. Teknenin limanda yer değiştirmesi gerektiğinde, kaptan yemek yerken ya da ne bileyim, kaptan her olmadığında işte, Miko o cilalı tahta tekerin başındaydı. Üç yılda tekne sürmeyi iyiden iyiye öğrenmiş, Ferdi Kaptan arkada pişpirik oynarken tekneyi hep o idare etmişti.

Bir gün – ki havasız bir odada başlayan sıradan bir gündü – tekneye bir turist grubu geldiğinde Miko’nun kalbi duracak gibi oldu. Evet, daha o yaşında bir sürü güzel kadın görmüş, o kadınları arkadaşlarına ballandıra ballandıra anlatmış, onlarla ilgili hayaller kurmuştu ama bu bambaşka bir şeydi. Kendi yaşlarında bir kız biniyordu tekneye, ve o, şu ana kadar gördüklerinin hiçbirine benzemiyordu. Kestane rengi saçları güneşte pırıl pırıldı, Miko’ya bakıp gülümsediğinde bizim Miko alev alacaktı nerdeyse. Teknenin neresine gideceğini şaşırdı, her yere yetişmek istiyordu; yelken direğine tırmanıp sulara atlamak, oradan çıkıp kızın elinden tutmak, dilini bilmese de “gel birlikte yüzelim,” demek istiyordu.

Karadan ulaşılmayan bakir bir koya demir attıklarında, birlikte yüzdüler. Beatrice sudan çıkarken Miko’nun elini tuttuğunda, Miko tam bir erkek olduğunu hissediyordu. O an bir ordunun karşısında durabilir, yalın kılıç bir kavgaya girebilir, yüksek yamaçların üstünden ufuklara bakabilirdi. Bitmemesini istediği saatler bitmek üzereydi ki, Beatrice Miko’nun eline bir kağıt tutuşturdu. Pembe ve küçük bir not kağıdıydı bu, üzerinde bir adres ve telefon vardı. Kağıdın altında “Italia” yazıyordu, bir de “Beatrice”, Beatrice Moretti.

İşte şimdi Miko, cebinde bu kağıt, yüzünde rüzgarla, en ufak bir pişmanlık ve korku duymadan gidiyordu. Elinde eski püskü bir harita, (neyse ki) kullanmayı öğrendiği bir “cii-pii-es” ve çokca bilinmezlikle gece gündüz yol alıyor; ne Yunan sahil güvenliğini, ne de açık denizin rüzgarını takıyordu. Yedek mazot da biterse ya? Biterse bitsin, on beş yaşında artık Miko, çıkar bir gece vakti Girit’e, atar canını bir restorana, sonra ilk fırsatta pırrr! Ver elini “Italia”!

Boş gözlerle karanlık sulara bakıyordu Miko. Rüzgar kuzeye döner gibiydi, ensesinde bir ürperme hissetti. Öyle ya, önümüz sonbahar - ama daha değil! Dolunayın önünden bulutlar geçiyordu, ışıklarını açmadan gidiyordu Miko, ay ona yetiyordu. Sonra gözlerini kocaman açtı, onları bir kol gibi uzatmak istercesine açtı, uzakta – ama belli belirsiz uzakta – ışıklar gördü. O meşhur Çuha Adası değil mi o?! Cii-pii-es’e koştu. Allah’ıma Çuha Adası! Aha işte Kitira yazıyor haritada!

Çuha’yı geçti miydi, ondan sonrası açık deniz, ne Yunan var ne ada, ha gayret mazot, ha gayret Ferdi’nin külüstürü!

Miko artık rahattı, Kitira’da pek “Sahil Güvenlik” gezmez, zaten adını bilmediği ülkelerin bilcümle kaçağı buraya çıkardı. Yalnız rüzgar sertleşmişti, uyuyakalma şansı yoktu, duramazdı da. Belki sabaha kadar gitmek zorundaydı. Saat kaçtır bu arada? Abisi uyumuş mudur? Abisi… Çok sövmüş müdür arkasından? İtoğlu it, demiş midir, seni getirdiğim günün içine tüküreyim demiş midir acaba?

İşte ilk defa o an, burnunun direğinin sızladığını hissetti. Uçsuz bucaksız bir dünyanın içinde yapayalnız olduğunu duydu Miko; dev bir salıncağın içinde, gökyüzüne yükselip alçalan bir çocuktu o, evet bunu biliyordu, uzaklar çağırıyordu, O ise, tam da her şeyi koparıp gittiğine inanırken vicdanını yanı başında buluvermişti.

Burnunu çekti Miko, alt dudağını büzdü birazcık.

Sonra birden, Ay’ı örten bulutların sudaki gölgesinden, parlak bir ışık çaktı.

Birkaç mil solunda, Yunan sahil güvenliği. Nereden çıktın sen Allahsız?! Sağına baktı Miko, Kitira ordaydı, birkaç mil ötede. Afrodit’in doğduğu toprak olduğunu bilemezdi, Afrodit’ine varmak için hışımla çevirdi dümeni Kitira’ya.

Rüzgara karşı dönmüştü. Mazotun hücumuyla kükredi Ferdi’nin külüstürü.

“Benim adım Mikail ulan, rüzgarı ben estiririm, gelin!”






Resim : Ayvazovski

21 Haziran 2011 Salı

Rüya

Bilal, son kez yüzüğüne baktı. Şimdi çıkartıp vermesi gereken bu yüzük baba tarafından dedesi Hüsrev Ağa’ya aitti. Hüsrev Ağa’nın çocukları için yüzük babalarının bir parçası; saçları, elleri ya da yüzü değişse de hiç değişmeyen tek noktasıydı. Bazen Bilal dedesinin bu yüzüğü nereden aldığını merak eder, babanesine sorardı. Bilal çocukken anlayamıyordu, şimdilerde babanesinin yüzündeki o tuhaf ifadenin aslında kıskançlık ve hayal kırıklığı arasında bir yerde durduğunu kavramaya başlamıştı.

Şu an, tam da bu yerde, bu düşüncelere nereden kapıldığını merak etti birden. Yüzüne yaklaşan bir yumruk vardı. Bu kaçıncıydı, kim tarafından atılıyordu, merak etmiyordu. Aklında Hüsrev Ağa vardı. Dedesine o yüzüğü bir ömür boyu taşıtan sebebi düşünüyordu. Hüsrev Ağa’nın uzaklara gittiği anlatılırdı, Acem ilinin içlerine at sürdüğü, aylarca geri gelmediği söylenirdi.

“Döndüğünde parmağında sadece bir yüzük, boynunda da bir muska vardı,” demişti babasının halası Hatice Hatun. Şimdi, tam da Bilal bunları düşünürken yüzüne bir yumruk iniyodu. “Herhalde,” dedi Bilal içinden, “dünyada namertten koruyacak bir muska yoktur.” Kendi kanını hissetti, sıcak ve tuzluydu. İşte aynı böyle düşmüştü atından Hüsrev Ağa. Parmağında yüzüğü, boynunda muskası, sırtında paramparça bir çul ve sağ yanında domdom kurşunuyla.

“Bir Acem kızına tutulmuş,”demişti Hatice Hatun. “Öyle sevmiş ki, vuruşmuş. Karşı taraftan birini öldürmüş, kendi de vurulmuş.” Kendisi, yani tam da şu an kendi kanını tadan Bilal, bir kıza vurulmuş olabilir miydi? Bu düşünce içinde olduğuna şaşırdı. Kafasında ağır yumruklar birbiri ardına patlarken, uzakta bir yerde bütün bunlardan habersiz bir kadın vardı. Ağzıyla, gözüyle tastamam bir kadın. Bilal o kadın için vuruşmayı isterdi, sağ yanına bir kurşun da yiyebilirdi. Şimdiyse o, yani ağzı, gözü ve her yeriyle kadın olan O, her şeyden habersiz belki bir elmayı yiyor, belki bir vitrine bakıyordu.

Hüsrev Ağa ateşler ve sanrılar içinde günlerce yatmıştı. Kocakarı ilaçları, dualar ve tütsüler arasında, bilincinin açık olan tek yerinden giren ışığa, belli belirsiz bir ismi sayıklıyordu. O isim ki, Ağa onu kutsal bir emanet gibi ebediyen taşıyacak ve sanki besmeleyle sokağa çıkar gibi, yüzüğe her baktığında onu tekrar edecekti.

“Bana bak,” dedi adam, “tekrar et!” Bilal, tuzu ve sıcağı hissederek bilmediği bir marşın sözlerini tekrar ediyor, kendi sesini uzaklardan bir homurtu gibi duyuyordu.

“Uyandı,” demişlerdi Hüsrev Ağa’nın anasına. Hüsrev Ağa, bir homurtular denizindeydi sanki, etrafında kadınlar, kadınlar ve kadınlar vardı. Ağlayan, gülen, bağıran kadınlar... Onu biri o denizden çekip çıkarsın istedi.

Bilal’ı oradan çekip çıkaracak kimse yoktu. Şimdi burada, bir kış salısının puslu bir akşamında, o, yapayalnız, bir marş söylemekteydi. Bacaklarına inen tekmeleri saymak derdinde değildi, kendi sesini duymuyor, parmağından çekip alınan yüzüğü düşünüyordu.

“Nerde,” diye sormuştu Hüsrev Ağa. Su ya da ekmek istemeden, anasının ya da ağabeyinin boynuna sarılmadan, “nerde?” Ağlayan, gülen ve bağıran kadınlar şaşkın şaşkın onun yüzüne bakmış, o ise, parmağında duran o küçük metal nesneyi seyre dalmıştı. Sanki rüya aleminden gelmediğine kendisini inandırmak istiyor gibiydi. Evet, orada, uzaklarda bir yerde, uğruna kurşun attığı, kurşun yediği, öldürdüğü ve ölümden döndüğü biri vardı.

Bilal artık durmadan bir rüyaya dalıp çıkıyordu. Her vuruşta ayılır gibi oluyor, ellerinin bağlı olduğunu yeniden ve yeniden hissediyordu. Bütün bunlar olmayabilirdi, o şu anda, bir elmanın kokusunu alıyor olabilirdi. Hatta o şu anda bir vitrinde yansımasını görüyor da olabilirdi. İnanılmaz olansa, o buradaydı; tüm bedeniyle, ruhuyla gerçekten de buradaydı. Asla olmayacağını düşündüğü yerde, yapayalnız otururken ve bir rüyaya dalarken, Hüsrev Ağa’nın sevindiği son şeyin aslında gerçekliğin kendisi olduğunu anımsadı. O, bütün bunların bir rüya olmadığına seviniyordu.


“Dede?”

Hüsrev Ağa son kez eline baktı. Bilal, onun dudaklarında hayal meyal bir hareket gördü. Dedesi bir ismi sayıklıyordu.





(Resim : Jak İhmalyan - Şefkat)

3 Nisan 2011 Pazar

İstanbul

Karakter:
Tecavüz mağduru. Tahminen kadın ve pek genç sayılmaz. Varını yoğunu kaybetmiş olmalı, zira evine başkaları yerleşmiş. Güzel bir yüzü var, ama saçları seyrekleşmiş, birkaç yerinde de yara izi göze çarpıyor. Sonradan görme kocası tarafından tuhaf bir şekilde süsleniyor. Kocası estetik masraflarını esirgemiyor herhalde, ama pazarlamaya yönelik bir hamle gibi duruyor bu.

Eski kocasını sopayla döve döve kovmuş. Kovmuş kovmasına ama, adam da nesi var nesi yok götürmüş. Ondan sonra bi’ aptallaşmış zaten; el işi falan bilirmiş , onları da hatırlamaz olmuş.


Tarz:
Genelde melankolik, telaşlı ve sinirli. Belli bir tarzı olduğu söylenemez; varsa da kendi bile unutmuş. Bazen muhafazakar, bazen hafifmeşrep, ama alabildiğine gürültülü ve özensiz. Bir zamanlar titiz ve bakımlı olduğu söyleniyor, ancak tecavüzden sonra dengesizleşmiş. Olabilir.


Eş, dost, akraba:
Kendisinden biraz uzakta yaşayan bir kız kardeşi var, güzel mi güzel. Kocasının adı İmbat.
Üvey amcası memur, bozkırın ortasında bir yerde çalışıyor. Sıkıcı bir tip. Arada bir borç istiyor, bıraksa evine de yerleşecek.
Çok uzakta, bütün yolların buluştuğu noktada bir kuzeni var ama birbirlerini görseler tanımayacaklar herhalde.
Sağlam rakı içen bir arkadaşı , sigarası hiç sönmeyen bir komşusu var.


Hobi:
Yılda bir, – bulabilirse – kitap okur. Müzik ayırmaz, ne olsa dinler.



(Görsel : Recep Çiftçi)

29 Kasım 2010 Pazartesi

Yeni Çağın Trendleri Üzerine - 1 (İkincisi belki olur, belki olmaz.)

Müşteriyim, müşterisin, müşteriyiz. Her nerde yaşıyor ve yaşatılıyorsan bil ki ya satın almak ya da üretmek için varsın Sevgili Okur. E dünyanın da sınırı ucu belli, pazarlar sonsuz değil. Hal böyle olunca yeni “icatlar” çıkarmak , yeni trendler yaratmak lazım ki müşterinin iyice suyu sıkılsın, çıkmadık bir şey kalmasın. Öyle değil mi pazarlamacılar? Canlarım benim.



“Organik besinler”den başlayalım, gerisi gelir. Sevgili kimyacılar, „organik“i karbon içeren molekül sanıyordunuz değil mi? Hayır, organik , sapı üzerinde olan domates demektir.

Bugün nice yiğit televizyon hekimi sayısız akşamüstü programına katılarak „organik“ besinleri anlatmakta, nice ana haber bülteni, pazarcıların beyanlarına dayanarak „organik“ vaşington portakalın, „doğal“ çarliston biberin hikmetlerinden bahsetmektedir. Peki „organik“ besinler böyle mucize kabilinden sayılırken „organik“ olmayan besinler niye var?

Bir büyükşehir sakiniyseniz, yaklaşık 5 ila 15 milyon kişiyle aynı yerde yaşıyorsunuz demektir. Peki, 5 milyon insana her gün inekten yeni sağılmış süt sağlayabilir misiniz acaba? Ya da 15 milyon insana köy yumurtası, bir o kadar kişiye ilaçsız bahçelerde yetişmiş domates bulabilir misiniz? Ekonomik ilişkiler şehir insanlarını dip dibe, sürüler halinde yaşamaya ittiği için, herkesin finanse edebileceği, bol miktarda gıda üretmek köylerde olduğu kadar kolay değildir. „Lojistik“ çok zor bir zanaattir; milyonlarca insan için güvenlik stoğu tutmak, herkesin her an ulaşabileceği yerde ve fiyatta gıdayı bozulmadan saklamaya çalışmak kolay bir şey olsaydı, zaten hepimiz organik organik besleniyor olur, kanser manser olmadan yaşardık.

Tabii ki gönül kimyasalların bulaşmadığı bir dünyadan yana. Her mantıklı insan genetiği değiştirilmemiş, ilaçlara bulanmamış, kimyasallarla dezenfekte edilmemiş besinler yemek ister. Ancak maalesef böyle olamıyor ey ahali. Hemen her gıda ya dalda böceklenir ya da durduğu yerde bozulur. Bu noktada iki yoldan birini seçebilirsiniz.

Birincisi, gıdanızı öcü sanayilerin eline bırakıp bir güzel makyajlatmak olacaktır. Korur, temizler, paketlersiniz; biraz minare tozu, biraz E211 ve ta-taam! Ucuz ama bozulmak bilmeyen yoğurtlar, salamlar, dolsun buzdandolaplar!

Ha, korumayabilirsiniz, eyvallah, o zaman da yerine göre bir ağaçtan bir torba mahsül alan çiftçi amcanın maliyetini karşılamanız gerekir. İşte konu gelip burada tıkanır. Dokunmatik telefonlar, oyun konsolları falan ne kadar gerçekse, dünyanın %80’inin günde 10 doların altında gelirle yaşadığı, üç küsür milyarın ya açlık ya da yetersiz beslenme çektiği de o kadar gerçektir. Muhtemelen her gün gördüğünüz „sıradan“ insanların çoğu kuruş hesabı yaparken , iki kat fiyat ödeyerek „organik“ besinler almalarını beklemek çok iyimser bir tavır olacaktır.

Gıda sanayii dahil olmak üzere, bir çok sanayi dalını insanlığın geleceği için tehdit olarak görsem de üzülerek söylemek zorundayım, “organik ürünler” hiçbir zaman parası olan azınlığın faydalanabildiği bir lüks olmaktan öteye gidemeyecek , ne olur birbirimizi kandırmayalım.

(“Doğal” ve “organik adı altında pazarlanan şeylerin ne kimyasallar barındırdığına değinmiyorum bile. “Organik yüz kremi”nizin içinde “paraben” mi var? Merhaba, yalnız değilsiniz.)

Bunu değiştirmenin bir yolu var elbette. Eğer buraya kadar sabredip okuyabildiyseniz bir ara gelin nasıl olabileceğini anlatayım.

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Deniz Kuşu *

Gurdjieff misali seyahatleriyle rotamızı aydınlatan arkadaşlara peşinen teşekkür ederim.


Yolunuz Bodrum’un aşağısına uzanıyorsa, eski gemiler gibi sabah ezanından önce demir alın, benden söylemesi.

Sıcak bir Ağustos gecesinin sabahında, yanımda bir Deniz Kuşu’yla Datça’ya doğru yola çıktım, bundan sonra söyleyeceklerim de bu gezinin not edilmemiş notları ve serbest çağrışımlarıdır.


“Bu şehr-i Stambul ki bi misl ü bahadır...”

Evet abicim öyledir, lakin İstanbul’dan bir an önce çıkmak istiyorsan valizini evde unutmayacaksın. Almak için geri döndüğünde, geçtiğin yolların kapandığını göreceksin, şaşırma. Ayrıca bkz. : Müsli

Sabahın 4’ünde Eskihisar’dan feribota binmenin ayrı bir kafası var. Feribot ne zaman kalkacak, diye kafamı kaldırdım, ne göreyim? (Ne gör?) Topçular’a gelmişiz bile! I love you Yalova.

Lafı uzatmayalım, Gemlik’in zeytini, Bursa’nın da güzel bir çevreyolu var, arabanızın sınırlarını görmek için iyi bir fırsat. Sonra Balıkesir’e doğru püskürtüyor sizi yol. İzmir Yolu diyorlar bu yola; herhalde kimsenin yolu Balıkesir’de bitmiyor.

Yolların zulmü varsa, Susurluk’un ayranı var. Tostu , hatta Starbucks’ı bile var. Rivayet edilir ki, burada Starbucks’a girenler , bir kahveyi iki bardağa döktürüp yılların kapitalistini kandırabiliyormuş.

Yollar duble ama bize hep tek düştü. Zeval gelmeyesice, demiryolu görmeyesice devletimiz yolları bitirememiş, merdaneyle düzeltmeye çalışıyorlar. Düzelince asfalt dökülecek ve biz vın vın gideceğiz. Başbakanımı çok seviyorum.

İzmir’den Aydın’a rüya gibi hızlı dakikalar, Aydın’dan Muğla’ya radarlı patikalar derken, ta taa! Marmaris yolları dinamitleniyormuş, geçmek isteyenlere yol ayrımında zorunlu mola varmış. Molayı değerlendirmek için ara yollardan sahile ‘kite-board’çuları izlemeye gittik. Arabasının off-road performansını görmek isteyenler için bulunmaz fırsat!

Dere tepe düz gide gide akşama doğru boş midelerle Datça - Palamutbükü’ne vardık. Bük Pansiyon’un serin odasına eşyaları bırakıp yemeğe koşan bünyeler, odaya döndüklerinde, “bi’ duş alalım sonra dışarı çıkalım” dediler. Bu sözleri mırıldanarak uyuyakaldıklarında saat 19:30’du.

Güne erken başlamak ve koca bir günü denize bakarak geçirmek… Datça yolları sırat köprüsüyse, bu da cenneti. Palamutbükü, hala el değmemiş güzelliğinin yanında, denizde taş kaydırmak isteyenler için bir tapınak. Bu kadar yassı taş bir araya mı gelir arkadaş, kafayı yersin. Lakin kafayı yemedik, gündüz Hürriyet Ege’de okuduğumuz yan pansiyonun, Mavi Beyaz’ın restoranına gittik. Mezeleri ödüllüymüş; ne ödülü olduğunu bilmiyoruz, “Altın Patlıcan” olabilir. Gündüzden ayırttığımız yer başkasına verilmişti, tüm Datça’ya yayılmış iş yavaşlatma eylemi orda da vardı. Arka masadaki küçük kızın önce buzlarımızı zorla alıp sonra da “Buz ister misiniz” diye gelmesi ve tüm aile üyelerinin birbirine “bebeğim, bebeğim” diye hitap etmesiyle gerilen sinirler, güzel mezelerle gevşedi, leziz yemeklerle kavşadı.

Ertesi gün, azizim, dedik ki güney Datça’da gezilmedik bir bük kalmasın. Palamutbükü’nün doğusundan sahili takip eden manzaralı yoldan gittik. Orda durmadık ama söyleyeyim, Pala’nın hemen doğu yanında çam ağaçlarının arasından kayalara inilir, oradan da denize girilir. Girin. Neyse, Pala’dan doğuya biraz yol alınca, küçücük, el değmemiş, kısa bir patikayla inilen, tatlı mı tatlı, seksi mi seksi bir koy bulduk. Çılgınız ya, hemen yüzdük tabii. Büyükçekmece sahilini andıran Ovabükü ve tekne kalabalığından bulanmış (bunalmış) Hayıtbükü’yle karşılaştırınca, bir tek sandalyesi dahi olmayan bu koy günün tartışmasız yıldızıydı. Bir de Kargı’ya uğradık tabii; Kargı salaşlığından bir şey kaybetmemişti ama hala bir Teletubby kadar sevimliydi. Yosunları saymazsak.

Sonra Knidos… Antalya sahiline virajlı diyen yiğitler, sizleri Knidos yoluna beklerim. Yolun en kötü yanı, manzara öyle güzel ki, bayır aşağı süresi geliyor insanın. Datça yarımadasının en ucunda, Ege’ye uzanmış görkemli bir çalkantı gibi duruyor arazi. Şehrin kurulu olduğu yamaç daralıp denize iniyor, iki yanında iki küçük körfez yaratıp birden yükseliyor. Burda çok güzel yaşanmış arkadaş, belli, yenilmiş içilmiş. Küçük Asya’nın en ucu desek çok yanlış olmaz Knidos için, Ege’ye “bir kısrak başı gibi uzanan” hedonist bir şehir. Şarap tanrısına tapınak yapmış adam, daha ne yapsın. Yeni Rakı Camii gibi…

Dönüşün “Chateau Triopia” denen butik otele bir selam verdik, sağolsunlar şarap ikram ettiler. İddialarına göre, genetik olarak Roma döneminden beri hiç bozulmadan kalmış tek “Alicante” üzümü soyu Datça’da bulunurmuş. O üzümle yapılan şarap ilk yudumda toprak yalamak gibi, sonra sert, şekersiz ve dolgun gövdeli bir hal alıyor – mu acaba? Bilemiyorum artık, inanmayan kendi içsin baksın.


Salı! Kaş yoluna düşmüşken Akyaka’ya uğrayalım dedik. Abauv! Bakir , tesislerin olmadığı bir yer sanarken Akyaka’yı, medeniyetin beşiği , çıldırmanın eşiği çıktı. İkinci bir Büyükçekmece sahili vakası, nüfus yoğunluğu 1 kişi/balık , deniz desen tatsız tuzsuz. Ba-bay!

5-6 saat araba kullanıp tam da yolun sonuna yaklaşırken , Kaputaş Plajı çıkıyor karşına. İnce bir Yarmavadi’nin denize açılan kapısı Kaputaş ; dev duvarların arasında biblo gibi bir plaj. Önce yukardan bir bakıyorsun vitrindeki baklavaya bakar gibi (baklava istiyorum), sonra uzunca bir merdiven ve yapma bir dalga havuzunun içindesin sanki.


Kaş’a gelince; Kaş, Datça’nın aksine 5’ten fazla insanın birarada görülebildiği bir yer. Rock Bar’ı var, Jazz Bar’ı var ama kumsalı yok. Oteller sağolsun, taraça sistemiyle kayalıklara bazı platformlar inşa etmişler; bu platformlara da gündüz şezlong, gece masalar tahsis etmişler. Filmlerde ağaçlarda yaşayan halklar gibi, Kaş’a gelenler de, bu platformlarda güneşleniyor, merdivenleri inip çıkmak suretiyle denize giriyor. İşte terakki!

İlk günün akşamında, Chez Evy denen bir restaurant’tayız. Türkiye’ye yerleşmiş Fransız bir hanım, Evy, konuklarını besliyor. Gerçekten ete doymak böyle bir şeymiş. Mekanda lezzet vücut bulmuş, masalara oturup insanlarla sohbet ediyor, “nasılım ama?” falan diyor.

Su bizonu gibi yatarak geçirdiğimiz ikinci günde, daha sonraları can yoldaşımız olacak şnorkelin ilk denemelerini yaptık. İlk denemeler umut vermiyordu.

Akşam “Bahçe Balık”ta Humus’la , Marine Levrek’le coşarken bu sefer de balığı abarttık galiba. Kafamız güzel, midemiz balon oldu, sonra gittik peştemal aldık.

Ertesi gün, telefonla çağırdığımız Ali Yiğit adlı adam, bizi teknesiyle Limanağzı Feneri’nin yanındaki evine götürüyor. Taşıma suyla yaşayan, elektriği jeneratörden çeken bu derme çatma evin sahne adı “Balık Evi”. Evin yanında , kayaların içinde kocaman doğal bir havuz ve içinde envai çeşit balık var. İnsanın boz ayı olup balık tokatlayası geliyor, öyle bir yer. Belli aralıklarla bir genç geliyor, müşterilerin yiyecekleri balıkları havuzun içinde zıpkınla vuruyor. Evin önü deniz, ama ne deniz. Gözümüzden deniz gözlüğünü çıkaramadık , o kadar çok suda kalmışız ki o gün, ellerimiz seksen yaşına geldi bir günde.

Aşağıdaki balıkları gördükçe aklıma Can Yücel’in “İşte çil çil koşuşan balıklar / Lapinalar gümüşler var ya” sözleri geldi hep. Ertesi gün farkettik ki Can Yücel’in ölüm yıldönümüymüş. Ve biz Can Baba’ya selam vermeden geçtik Datça’dan, küfürü yemişizdir.


Ertesi gün Limanağzı’ndaki Don Quichotte plajındayız. Su imamın abdest suyu. Günlerdir ilk defa sığ bir su ve kumlu bir zemin bulmanın sevinciyle, yanımızda taşıyıp durduğumuz ve toplarını bulmak için dükkanları didik didik ettiğimiz raketleri çıkarıyoruz. Tam oyuna ısınmışken Deniz Kuşu ayağını taşa çarpıyor ve top düşüyor. O da ne! Maske’nin köpeği Milo, kıyının 20 metre açığında büyük bir ciddiyetle aramızdan yüzerek geçiyor ve zar zor dışarda tuttuğu ağzıyla topumuzu kapıp gidiyor. Allahsız! Köpeğin sahibi topu bize geri atınca - ne yapacaksak patlak topu - bu sefer kurulmuş bebek gibi dönüyor manyak köpek Deniz Kuşu’nun etrafında. Oynamıyoruz , mutlu musun?

Mutluluktan bahsetmişken, bir kadını mutluluktan uçuracak ilk üç şeyin içinde bir erkek yoksa bile, bir tiramisu kesinlikle vardır. “Spagettici”ye gidin, kadınınızı mutlu edin, kendiniz de acıbadem likörünün tadını çıkarın. (Merhaba ben Ertuğrul Özkök)

Akşam otele dönerken – Allahım o anı unutamıyorum – Deniz Kuşu sol cenahta şeffaf bir kano gördü ve önünde durdu. O kanoyla denize açılınıyormuş, şeffaf zeminden suyun aşağısı seyrediliyormuş. En sevdiğim şey. Vücut dilimle “hadi gidelim, yorulduk” dercesine oteli işaret etmeye çalışırken bıyıklı adam geldi ve kendi tabiriyle bize “bilet sattı”. Ertesi sabah, bizim gibi üç kurbanla birlikte, Kekova’ya doğru kürek çekmek üzere Üçağız Köyüne doğru yola çıktık. Aracımız kamyon kasasından bozma bir sözde otobüs, önderimiz de meşe kütüğünden bozma bir sözde rehber. Türkiye’de fizyoterapist olmadığını sanan bir adam mı arıyorsunuz? İşte o bizim rehberimiz. Kekova’nın etrafında kürek çekmek yine de çok güzeldi, bir de her an teknelerin altında kalma tehlikesi yaşamasak daha güzel olacaktı tabii. Rehberimize ve dalgalara rağmen 7-8 km’lik parkuru kol gücü ve güneşten pişmiş dizlerimizle geçmeyi başardık.

Son bir deniz, son bir yemek, son bir içki ve son bir espresso. Kaş’taki her akşamımızda uğradığımız “Coffee Shop Galerie”yi yaşlı bir mimar, Odtuğ Bey, karısı Ingrid’le birlikte işletiyor. Greyfurtlu içecek ve kahvelerin hepsi ayrı bir güzel, onu geçiyorum, Odtuğ Amca’nın çok da güzel bir çizgisi var. Kapının karşısındaki duvarda üç kadınlı bir resim var, bakın anlarsınız.


Geri dönüşün anlatacak fazla bir şeyi yok, dönmek istemedik çünkü. Antalya’nın dağlarında yörükleri ve keçileri gördük dönerken, keçiler “beee-ee-e-e” dedi. Afyon’da, şehrin tarihine geçecek bir sucuk sipariş ettik ve yedik de. Afyon valisi , şehrin altın sucuğunu bize verdi, öyle bir sucuktu yediğimiz.


Günlerden Pazar. Her Pazar ve her dönüş yolu gibi biraz buruk. Deniz Kuşu ara ara uyukluyor, teypte yabancı bir kadın şarkı söylüyor ve bünyemiz İstanbul’u reddediyor.

“Kulaç attıkça sen / Patiska çarşaflar gibi yırtılıyor su ortadan / Ege denizi bu efendi deniz / Seslenmiyor”




* Kuş uçar, yazı kalır.

21 Şubat 2010 Pazar

‘Politik Hayvan’ Üzerine

Gündem, güne ait olduğu için çabuk eskir. Hakkında söylenenler de zamanla unutulup gider – unutulup gider ki aynı hatalar tekrar tekrar yapılabilsin. Bu yüzden gündemde olan şeyler üzerine yazmayı, konuşmayı sevmiyorum, ama ‘günlerin getirdiği’, insanı ister istemez düşünmeye zorluyor.

Türkler bu fikirden çok korksa da, tüm yapıp-etmelerimiz politiktir ve bazılarımızın sandığı gibi apolitik olmak iyi ve ahlaklı bir birey olmanın ön koşulu değildir. Yaptığımız iş, aldığımız gazete, restorandaki garsona seslenişimiz, hepsi toplamda politik bir tavrın izdüşümlerinden ibarettir. En nihayetinde insan, toplum ve ekonomi üzerine iyi kötü bir düşünceye sahiptir; bu da onu kaçınılmaz olarak politik kılar.

Bu bağlamda, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan ve muhtelif kökenlerden gelme insanları politik tavırlarına göre sınıflandırmak, fütursuzca genellemek (merhaba sosyologlar!) ve bugüne kadar gözlemlediğim çelişkileri paylaşmak istedim.

Öncelikle, diğer dünya ülkelerinde sıklıkla görülen “sağ” ve “sol” ayrımının bizim ülkede olduğunu söylemek herhalde çok doğru olmaz; belki “sağ” ve “solcuk” desek daha yerinde olur. Niye böyle olduğunu, aşağıdaki sınıflandırmaların içinde daha iyi görebileceğinizi sanıyorum.


Milliyetçi – Muhafazakar:

Birkaç coğrafi devir boyunca ülke geneline hakim olan tür. Dünya genelinde sağda kabul edilir. Temel motifleri, milliyetçi bir çerçevede var olanı “muhafaza” etmek olsa da, neyin muhafaza edildiği pek açık değildir. Sanırım ahlaki değerleri muhafaza ediyorlar, ama her devirde muhafazakarlar ahlaki değerleri coşkuyla muhafaza etse de, her devrin ahlakı birbirinden farklı oluyor. Demek ki neymiş… Muhafızlar!!

Tabii işin bir de milliyetçilik yönü var. Türkiye özelinde baktığımızda komik bir durum ortaya çıkıyor: Milliyetçi-muhafazakarlarımız hep Osmanlıcı! Oysa, Osmanlı bir imparatorluktu ve milliyet kavramının ortaya çıkışıyla dağılmıştı. Tarihi boyunca da hiç milliyet vurgusu yapmadı, zira ortada böyle bir ‚bilinç’ yoktu. Osmanlı devletinin son döneminde, sarayla Türk milliyetçilerinin arası hiç mi hiç iyi değildi zaten. Bu ne perhiz, diyenler için, dahası var :

Rusya’nın, Batı’nın kabuslarına girdiği dönemde, Türkiye „Yeşil Kuşak“ın içine alınmış ve ‚kızıl tehlike’ye karşı tampon ülkelerden biri kabul edilmişti. Bugün Polat vasıtasıyla Amerika’ya kök söktüren güçlerimiz, o zamanlar Amerikan filosunu protesto edenleri dövüyorlardı. Seyircilerin takdirine bırakıyorum.

Her şeye rağmen, kız istemeye gittiğinizde şansınızı en çok artıracak siyasi görüştür.


İslamcı – muhafazakar:

Bir zamanlar her yer İslamlık iken varlıkları pek hissedilmeyen, ama „din elden gitmeye“ başlayınca kenarları iyice belirginleşen yeni hakim güç. Sezar’ın hakkı Sezar’a; çok çalışkan ve organizedirler. Neyi muhafaza ettiklerini sormayın, herhalde bir öncekiyle aynı. Yine de dünya değişiyor, muhafazakar gençler de flört ediyor, demek ki akacak kan muhafaza edilmiyor.

Cumhuriyet sonrası dönemde, genelde tarım, hayvancılık ve ağalıkla geçinen, kırsal kesimde büyüyüp gelişen bu akım, 60’lardan sonra Ortadoğu’dan gelen düşüncelerin de etkisiyle serpildi. İslamcı-muhafazakar hikayenin trajikomik yönlerinden biri, bugün papaz olduğu ordu tarafından ’80 sonrasında pohpohlanarak bugünlere getirilmiş olmasıdır. Bir zamanlar Ramboların Afganlar’la at koşturması gibi…

Genel olarak ticaret ve ihalecilikle geçinen kitlemiz, bugün çok cevval bir hükümet tarafından temsil edilmekte; hükümet de, yılların hıncını kurumların beline beline vurarak çıkarmaktadır. Bu yazıyı görüp üç günde beni linç ettirebilecek bir medya ağları da mevcuttur.

Bu siyasi görüşle evde kalmanız mümkün değildir.


Cumhuriyetçi – Ulusalcılar:

„Atam, kalk da ben yatam!“ ilkesini şiar edinmiş kitlemiz. Cumhuriyeti kuran temel felsefeyi benimsemişlerdir. Karamurat çift ok atarken onlar altı tane atar, ama iş tutmaya gelince, biri felsefenin bir ucundan, öteki öbür ucundan tutar.

Ekonomik görüş olarak “devletçi” olmaları icabeder, ama o iş öldü sanırım. Herhalde, cumhuriyet süreci içinde bu kitleyi en çok zora sokan düşünce olmuştur “devletçilik”. Zira, Batı’nın serbest piyasa ekonomisi devlet kontrolünü düşman bellemiştir ve Türkiye’nin son 50 yılını yönlendiren iç güçler, “ithal ikameci” sistemden “Laissez-faire”e geçene kadar dışardan her türlü desteği almıştır.

“Milliyetçilik” zaman içinde pek beğenilmeyip ama atmaya da kıyılamayıp “ulusalcılık” olmuş, “halkçılık”ın yerini de “Allah işçiye, emekliye yardım etsin, çok zor vallahicilik” almıştır. “İnkılapçılık”ın zaten lafı geçmiyor, “cumhuriyetçilik” de “ne güzel biz bize oturuyorduk, nereden çıktı bu Ermeniler, Kürtler falancılık” oldu sanırım.

“Laiklik”, bu kitleyi bir arada tutan en güçlü bağ olsa gerek. Çeşitli ortamlarda “Türkiye laiktir, laik kalacak!” diye bağıran teyzeler beni bile biraz ürkütse de, artık fiilen suç kapsamına girdiğinden, “laiklik” hoş bir hatıra olarak son film şeridimizde birkaç karede gözükecektir.

Bu siyasi görüşle, kızı alma şansınız %50’lerdedir.


Solcu(k)lar:

Onları İstiklal Caddesi’nde dergi satarken görebilirsiniz. Bir zamanlar meydanlara sığmayan, 1980 darbesinden sonra yokolmaya yüz tutan bu kitle, işçi sınıfındaki tabanını kaybedip azınlık taleplerine tutununca, iyiden iyiye “Görünmez Adam” gibi oldu.

Türk tarihinin kendine ait tek devrimini yadsıyarak devrimcilik yapmaları biraz çelişkili olsa da, bir bildikleri vardır demek en kolayı. Zira tartışmaya girerseniz tavlayı koltuğunuzun altına verirler.

Uyarmadı demeyin, böyle giderseniz kız mız vermezler.


“Demokratikleşme”ciler :

Aşiretler, devlet ve terör örgütü arasındaki, bitmek bilmeyen “düşük yoğunluklu savaş”ın gölgesinde büyüyen bir “azınlık” hareketi. “Azınlık”ı tırnak içine alıyorum, çünkü Kürtler yasal olarak azınlık statüsünde değildir ve devlet Lozan Antlaşması’nda tanımlanan azınlık kavramını bozmamak için yıllar boyu direnmiştir. Şimdi ise devlet ne yapıyor pek belli değil.

“Demokratikleşme”cilerin taleplerinin çerçevesi her demeçte değiştiği için, dışardan bakanlar için, bu düşüncenin, “düşük yoğunluklu savaş”ın neresinde durduğu pek anlaşılamıyor. Oysa “çoğunluk” için en önemli soru budur, zira kan durmadan herhangi bir siyasi çözüm pek mümkün değil.

Bu nedenle iyi bir halkla ilişkiler kampanyasına ihtiyaçları var gibi gözüküyor. Aksi takdirde, yukarıda saydığım kitlelerin çoğuyla konuşarak anlaşamayacaklar. Ben de pek anlamadım zaten.

Kız konusunu aile meclisine sormanızı tavsiye ederim.


Ben:

Sürç-ü lisan ettiysek affola, iyi günler dilerim.

7 Aralık 2009 Pazartesi

Öylesine

Tamamında ya da herhangi bir parçasında anlam bütünlüğü taşımayan bu yazıya hoş geldiniz.

Belki bir ilişkiyi atlattınız önceki gün, ya da sadece bakkala gittiniz. (Burada bir parantez açmalıyız: Evet, bir insan, bir gün boyunca yalnızca bakkala gitmiş olabilir.) Sabah arayıp soracak kimseniz yoksa eğer –ki lükstür bazen-, önce derin bir nefes almalı. İstanbul’a, ya da her neredeyseniz oraya, güneş doğmuş, gazete taşıyan kamyonetler yola dökülmüş. Güvercinler guruldamakta, öğrenciler homurdanmakta.

İşte, insanlık tarihi kadar eski bir ikilemle karşı karşıyayız: Yatakta kalıp “ölüme eş uyku”yu bir sevgili gibi koynuna mı almalı, yoksa kürek mahkumu gibi elini yüzünü yıkamaya mı gitmeli? İlkini seçenler bu paragrafın başına dönüyor ve büyük olasılıkla yaşamlarının birçok gününde yalnızca bakkala gidiyorlar.

Yataktan kalkmaya cesaret edenler için yaşam sürprizlerle doludur. Klozette otururken uykuya dalabilir, iş yerinde hayatınızın aşkını bulabilir ya da durduk yerde bir yayayı ezebilirsiniz. Bir yayayı ezmediğiniz ve klozette uyuyakalmadığınız tüm günler, büyük olasılıkla diğerlerine göre daha huzurlu geçecektir. (Ancak burada da bir parantez açmalı: Trafik ışığına yürümeye üşenip elindeki torbalarla yola atlayan, matruşka görünümlü teyzeyi ezip kısa bir süre huzur bulabilirsiniz.) Bu noktada, bienal başlığını andıran şu temel soruyu sormak gerekir : İnsan huzuru mu arar?

Orta sınıf hayallerini süsleyen “ev, araba ve sıcak aile ortamı” bir hayat modeli olarak her gün beynimize boca edilse de, bu modelin tekdüzeliği, onun bazı zihinlere kök salmasını engellemekte, nice kocayı pavyon kapılarına, nice kadını kuaförlere savurmaktadır. (“Neden?” diye soranlar için: Kadınlar, canları sıkkın olduğunda kuaföre gider, ancak bu cinsiyetçi genelleme istatistiksel verilere dayanmamaktadır.)

Tabii ki bu yaşam tarzında tam anlamıyla aradığını bulanlar da vardır; onlar mandalinaları, dizileri ve evde top oynayan çocuklarıyla, anne, baba, enişte, baldız gibi kavramların yorgansı sıcaklığında yuvarlanır giderler. Orta sınıf huzuru az masraflı ve büyük ölçüde güvenlidir, zira orada insanlar “Aman evladım!” ilkesiyle büyür, “Ne gereği var?!” çerçevesinde gelişir ve son çeyreği de “Hadi yatın artık”çı bir yaklaşımla tamamlarlar.

Bu yaşam formu yalnızca bize mi aittir, söylemesi zor. Ancak bazı beylik laflar ve nereden geldiği belli olmayan veriler gösteriyor ki, Batı insanı uzanmak nedir bilmemektedir. Kabaca genellersek, (Selam sosyologlar, ben genelliyorum, ya siz?) Doğu insanı en düşük enerji seviyesinde kalmak için tüm aileyi yerine oturtmaya çalışmakta, Batılı ise ailesini alıp Oktoberfest’e, Büyük Kanyon’a falan gitmektedir.

Bu bağlamda, bu yazıyı küt diye bitirirken, daha en baştan bir şey vaadetmediğimi hatırlayarak seviniyorum. Yoksa konuyu bağlamak için bir hayli yorulabilirdim.

5 Ekim 2009 Pazartesi

Kaos Ve Raks Eden Yıldız Üzerine

Nietzsche, Zerdüşt’e şunları söyletir :

“Hala kaos olmalı ki bir insanın içinde, raks eden bir yıldız getirebilsin dünyaya.”*

Nietzsche, yaratım ve içsel kargaşa arasındaki güçlü bağı ustaca tespit etmişti. İnsanı huzura erdirmeye çalışan tüm öğreti ve telkinlerin aksine, varoluşun bir kargaşa, bir huzursuzluk halinden beslendiğini görmüş ve insanın yarattığı her şeyi o “rakseden yıldız”ın içinde toplamıştı.

Zerdüşt’ün bu hayali vaazından önceki ve sonraki yıllarda, ortalama insanların yerleşik ahlakları, tüm insanları normalleştirme düşüncesini bir an için bile bırakmadı. “İnsan ‘norm’a girmelidir,” diyordu ahlak, “diğerleri gibi olmalı ve onların biçimini almalıdır.” Böylece insan huzura erecektir ve ortalık güllük gülistanlık olacaktır. Oysa tarih, her gün eve dönüşte bakkala uğrayan, haftasonları da bulmaca çözen evrensel bir sanatçı ya da felsefeci kaydetmemiştir.

Herkes gibi düşünüp yaşayanların, zamanın ötesinde bir şey yaratmasını beklemek – en hafif tabirle – saflık olacaktır. Çoğunluğu oluşturan insan toplulukları, tanrılara yalvararak ya da evde çocuklarıyla oynayarak huzuru ararken, aslında ruhlarının eşsiz açlığını doyurmakta olduklarının farkında değildir. İnsanın içindeki o doyumsuz ateş sıcak ve faydalıdır; tüm ateşler gibi yıkıcıdır da. Demiri büken, dünyaya meydan okuyan, güzelliği söze, taşa ve kağıda işleyen aslında hep o iç kargaşadır. Ancak insan bunu görmezden gelip gerçek yaratıcıya, yani insana, var gücüyle saldırmaktadır.

Huzuru arayan kalabalıklar, içlerinde kaos barındıranları dışlayıp durmuştur tarih boyunca. Bu da bizi şu çelişkiyle yüz yüze getirir : Bir yanda, insanı tutku, acı ve arzulardan arındırmak isteyen muhafazakar kitleler yaratıcı ruhları sindirmeye çalışırken, öte yanda yaratıcı ruhlar, muhafazakar kalabalıkların daha iyi yaşaması için bilim, sanat ve felsefe yapmaktadır.

İnsanlık, ortaya çıktığı günden bu yana, boynuna kadar battığı sudan yükselmeyi bir türlü başaramıyor. İçlerindeki karmaşayı susturan kitleler gevşek bir zeminin üstünde yaşayıp gidiyorlar. Şunu bilmiyorlar ki, üstünde durdukları zeminin altında, dünyanın altın çocukları, gözlükleri, kitapları ve kalemleriyle büyük uygarlık kulesine yeni tuğlalar ekliyor. Toplumlara, kendileriyle ve doğayla mücadele gücü veren tüm silahlar, o tuhaf, huzursuz ve yaratıcı insanların ellerinden çıkarken, şüphesiz ki, bütün bu yaratım arayıştan, arayış da huzursuzluktan doğuyor.

Hal böyleyken, uygarlığımızı bugünlere getiren “iç huzursuzluğunu” yok sayamaz, onun gücünü yadsıyamayız. İnsanın, sosyal bir varlık olarak özgün haliyle varlığını devam ettirebilmesi, acıları, tutarsızlıkları ve tüm karmaşasıyla özgürce var olabilmesi uygarlığın devamı için bir zorunluluktur. Dünya gitgide daha karmaşık, daha kalabalık ve daha sorunlu bir duruma gelirken tek çözüm kaynağını, yani insanı, ve insanın itici gücü olan o dahili kaosu, yasa, din ve ahlakla ehlileştirme lüksümüz yoktur ne yazık ki.


* Sözün orijinal hali: „Man muss noch Chaos in sich haben, um einen tanzenden Stern gebären zu können.“

19 Eylül 2009 Cumartesi

Cehalet Üzerine

Hemen her zaman bilgisizlik olarak ele alınsa da, cehaleti başka bir şekilde nitelemeli.

İnsanlığın bugüne kadar oluşturduğu bilgi birikiminin yanında, aramızdan herhangi birinin bilgi dağarcığı ister istemez küçücük kalıyor. Bu anlamda hepimiz cahiliz aslında; bazılarımız diferansiyel hesabını görmedi hiç, bazılarımız kalıtımın esaslarından bihaber yaşadı bugüne kadar.

Bilgi felsefesiyle uğraşanların işine burnumu sokmak istemem, ancak bilginin, olduğu yerde durup keşfedilmeyi bekleyen bir havası var. Tabii ki doğanın (ya da evrenin) bilgisi, insanın düşünce düzeneğinden ve metotlarından geçip öyle düşüyor kağıdın üstüne, herkes tarafından farklı şekilde ele alınıyor. Yine de bilgide, varolan gerçeklikten kaynaklanan değişmez bir temel göz kırpıyor bize.

Oysa, “kavram” öyle değil; insanoğlunun biricik başyapıtı o, hiçlikten var ettiği eşsiz bir eser. Yüzyıllar boyunca nesilden nesile aktarılan, bazen zayıflayıp bazen sönmeye yüz tutan, ama hiçbir zaman yok olmayan bir ateş gibi, çocuğumuz, akrabamız gibi bizden olan bir eser. Nesnelliği bir kenara bırakıp bazı kavramları evrensel kabul edelim; “özgürlük”, “eşitlik”, “hoşgörü” gibi sayısız insancıl kavramı… İşte cehalet, bu evrensel kavramları tanımamak ya da yadsımaktır her şeyden önce.