23 Ağustos 2010 Pazartesi

Deniz Kuşu *

Gurdjieff misali seyahatleriyle rotamızı aydınlatan arkadaşlara peşinen teşekkür ederim.


Yolunuz Bodrum’un aşağısına uzanıyorsa, eski gemiler gibi sabah ezanından önce demir alın, benden söylemesi.

Sıcak bir Ağustos gecesinin sabahında, yanımda bir Deniz Kuşu’yla Datça’ya doğru yola çıktım, bundan sonra söyleyeceklerim de bu gezinin not edilmemiş notları ve serbest çağrışımlarıdır.


“Bu şehr-i Stambul ki bi misl ü bahadır...”

Evet abicim öyledir, lakin İstanbul’dan bir an önce çıkmak istiyorsan valizini evde unutmayacaksın. Almak için geri döndüğünde, geçtiğin yolların kapandığını göreceksin, şaşırma. Ayrıca bkz. : Müsli

Sabahın 4’ünde Eskihisar’dan feribota binmenin ayrı bir kafası var. Feribot ne zaman kalkacak, diye kafamı kaldırdım, ne göreyim? (Ne gör?) Topçular’a gelmişiz bile! I love you Yalova.

Lafı uzatmayalım, Gemlik’in zeytini, Bursa’nın da güzel bir çevreyolu var, arabanızın sınırlarını görmek için iyi bir fırsat. Sonra Balıkesir’e doğru püskürtüyor sizi yol. İzmir Yolu diyorlar bu yola; herhalde kimsenin yolu Balıkesir’de bitmiyor.

Yolların zulmü varsa, Susurluk’un ayranı var. Tostu , hatta Starbucks’ı bile var. Rivayet edilir ki, burada Starbucks’a girenler , bir kahveyi iki bardağa döktürüp yılların kapitalistini kandırabiliyormuş.

Yollar duble ama bize hep tek düştü. Zeval gelmeyesice, demiryolu görmeyesice devletimiz yolları bitirememiş, merdaneyle düzeltmeye çalışıyorlar. Düzelince asfalt dökülecek ve biz vın vın gideceğiz. Başbakanımı çok seviyorum.

İzmir’den Aydın’a rüya gibi hızlı dakikalar, Aydın’dan Muğla’ya radarlı patikalar derken, ta taa! Marmaris yolları dinamitleniyormuş, geçmek isteyenlere yol ayrımında zorunlu mola varmış. Molayı değerlendirmek için ara yollardan sahile ‘kite-board’çuları izlemeye gittik. Arabasının off-road performansını görmek isteyenler için bulunmaz fırsat!

Dere tepe düz gide gide akşama doğru boş midelerle Datça - Palamutbükü’ne vardık. Bük Pansiyon’un serin odasına eşyaları bırakıp yemeğe koşan bünyeler, odaya döndüklerinde, “bi’ duş alalım sonra dışarı çıkalım” dediler. Bu sözleri mırıldanarak uyuyakaldıklarında saat 19:30’du.

Güne erken başlamak ve koca bir günü denize bakarak geçirmek… Datça yolları sırat köprüsüyse, bu da cenneti. Palamutbükü, hala el değmemiş güzelliğinin yanında, denizde taş kaydırmak isteyenler için bir tapınak. Bu kadar yassı taş bir araya mı gelir arkadaş, kafayı yersin. Lakin kafayı yemedik, gündüz Hürriyet Ege’de okuduğumuz yan pansiyonun, Mavi Beyaz’ın restoranına gittik. Mezeleri ödüllüymüş; ne ödülü olduğunu bilmiyoruz, “Altın Patlıcan” olabilir. Gündüzden ayırttığımız yer başkasına verilmişti, tüm Datça’ya yayılmış iş yavaşlatma eylemi orda da vardı. Arka masadaki küçük kızın önce buzlarımızı zorla alıp sonra da “Buz ister misiniz” diye gelmesi ve tüm aile üyelerinin birbirine “bebeğim, bebeğim” diye hitap etmesiyle gerilen sinirler, güzel mezelerle gevşedi, leziz yemeklerle kavşadı.

Ertesi gün, azizim, dedik ki güney Datça’da gezilmedik bir bük kalmasın. Palamutbükü’nün doğusundan sahili takip eden manzaralı yoldan gittik. Orda durmadık ama söyleyeyim, Pala’nın hemen doğu yanında çam ağaçlarının arasından kayalara inilir, oradan da denize girilir. Girin. Neyse, Pala’dan doğuya biraz yol alınca, küçücük, el değmemiş, kısa bir patikayla inilen, tatlı mı tatlı, seksi mi seksi bir koy bulduk. Çılgınız ya, hemen yüzdük tabii. Büyükçekmece sahilini andıran Ovabükü ve tekne kalabalığından bulanmış (bunalmış) Hayıtbükü’yle karşılaştırınca, bir tek sandalyesi dahi olmayan bu koy günün tartışmasız yıldızıydı. Bir de Kargı’ya uğradık tabii; Kargı salaşlığından bir şey kaybetmemişti ama hala bir Teletubby kadar sevimliydi. Yosunları saymazsak.

Sonra Knidos… Antalya sahiline virajlı diyen yiğitler, sizleri Knidos yoluna beklerim. Yolun en kötü yanı, manzara öyle güzel ki, bayır aşağı süresi geliyor insanın. Datça yarımadasının en ucunda, Ege’ye uzanmış görkemli bir çalkantı gibi duruyor arazi. Şehrin kurulu olduğu yamaç daralıp denize iniyor, iki yanında iki küçük körfez yaratıp birden yükseliyor. Burda çok güzel yaşanmış arkadaş, belli, yenilmiş içilmiş. Küçük Asya’nın en ucu desek çok yanlış olmaz Knidos için, Ege’ye “bir kısrak başı gibi uzanan” hedonist bir şehir. Şarap tanrısına tapınak yapmış adam, daha ne yapsın. Yeni Rakı Camii gibi…

Dönüşün “Chateau Triopia” denen butik otele bir selam verdik, sağolsunlar şarap ikram ettiler. İddialarına göre, genetik olarak Roma döneminden beri hiç bozulmadan kalmış tek “Alicante” üzümü soyu Datça’da bulunurmuş. O üzümle yapılan şarap ilk yudumda toprak yalamak gibi, sonra sert, şekersiz ve dolgun gövdeli bir hal alıyor – mu acaba? Bilemiyorum artık, inanmayan kendi içsin baksın.


Salı! Kaş yoluna düşmüşken Akyaka’ya uğrayalım dedik. Abauv! Bakir , tesislerin olmadığı bir yer sanarken Akyaka’yı, medeniyetin beşiği , çıldırmanın eşiği çıktı. İkinci bir Büyükçekmece sahili vakası, nüfus yoğunluğu 1 kişi/balık , deniz desen tatsız tuzsuz. Ba-bay!

5-6 saat araba kullanıp tam da yolun sonuna yaklaşırken , Kaputaş Plajı çıkıyor karşına. İnce bir Yarmavadi’nin denize açılan kapısı Kaputaş ; dev duvarların arasında biblo gibi bir plaj. Önce yukardan bir bakıyorsun vitrindeki baklavaya bakar gibi (baklava istiyorum), sonra uzunca bir merdiven ve yapma bir dalga havuzunun içindesin sanki.


Kaş’a gelince; Kaş, Datça’nın aksine 5’ten fazla insanın birarada görülebildiği bir yer. Rock Bar’ı var, Jazz Bar’ı var ama kumsalı yok. Oteller sağolsun, taraça sistemiyle kayalıklara bazı platformlar inşa etmişler; bu platformlara da gündüz şezlong, gece masalar tahsis etmişler. Filmlerde ağaçlarda yaşayan halklar gibi, Kaş’a gelenler de, bu platformlarda güneşleniyor, merdivenleri inip çıkmak suretiyle denize giriyor. İşte terakki!

İlk günün akşamında, Chez Evy denen bir restaurant’tayız. Türkiye’ye yerleşmiş Fransız bir hanım, Evy, konuklarını besliyor. Gerçekten ete doymak böyle bir şeymiş. Mekanda lezzet vücut bulmuş, masalara oturup insanlarla sohbet ediyor, “nasılım ama?” falan diyor.

Su bizonu gibi yatarak geçirdiğimiz ikinci günde, daha sonraları can yoldaşımız olacak şnorkelin ilk denemelerini yaptık. İlk denemeler umut vermiyordu.

Akşam “Bahçe Balık”ta Humus’la , Marine Levrek’le coşarken bu sefer de balığı abarttık galiba. Kafamız güzel, midemiz balon oldu, sonra gittik peştemal aldık.

Ertesi gün, telefonla çağırdığımız Ali Yiğit adlı adam, bizi teknesiyle Limanağzı Feneri’nin yanındaki evine götürüyor. Taşıma suyla yaşayan, elektriği jeneratörden çeken bu derme çatma evin sahne adı “Balık Evi”. Evin yanında , kayaların içinde kocaman doğal bir havuz ve içinde envai çeşit balık var. İnsanın boz ayı olup balık tokatlayası geliyor, öyle bir yer. Belli aralıklarla bir genç geliyor, müşterilerin yiyecekleri balıkları havuzun içinde zıpkınla vuruyor. Evin önü deniz, ama ne deniz. Gözümüzden deniz gözlüğünü çıkaramadık , o kadar çok suda kalmışız ki o gün, ellerimiz seksen yaşına geldi bir günde.

Aşağıdaki balıkları gördükçe aklıma Can Yücel’in “İşte çil çil koşuşan balıklar / Lapinalar gümüşler var ya” sözleri geldi hep. Ertesi gün farkettik ki Can Yücel’in ölüm yıldönümüymüş. Ve biz Can Baba’ya selam vermeden geçtik Datça’dan, küfürü yemişizdir.


Ertesi gün Limanağzı’ndaki Don Quichotte plajındayız. Su imamın abdest suyu. Günlerdir ilk defa sığ bir su ve kumlu bir zemin bulmanın sevinciyle, yanımızda taşıyıp durduğumuz ve toplarını bulmak için dükkanları didik didik ettiğimiz raketleri çıkarıyoruz. Tam oyuna ısınmışken Deniz Kuşu ayağını taşa çarpıyor ve top düşüyor. O da ne! Maske’nin köpeği Milo, kıyının 20 metre açığında büyük bir ciddiyetle aramızdan yüzerek geçiyor ve zar zor dışarda tuttuğu ağzıyla topumuzu kapıp gidiyor. Allahsız! Köpeğin sahibi topu bize geri atınca - ne yapacaksak patlak topu - bu sefer kurulmuş bebek gibi dönüyor manyak köpek Deniz Kuşu’nun etrafında. Oynamıyoruz , mutlu musun?

Mutluluktan bahsetmişken, bir kadını mutluluktan uçuracak ilk üç şeyin içinde bir erkek yoksa bile, bir tiramisu kesinlikle vardır. “Spagettici”ye gidin, kadınınızı mutlu edin, kendiniz de acıbadem likörünün tadını çıkarın. (Merhaba ben Ertuğrul Özkök)

Akşam otele dönerken – Allahım o anı unutamıyorum – Deniz Kuşu sol cenahta şeffaf bir kano gördü ve önünde durdu. O kanoyla denize açılınıyormuş, şeffaf zeminden suyun aşağısı seyrediliyormuş. En sevdiğim şey. Vücut dilimle “hadi gidelim, yorulduk” dercesine oteli işaret etmeye çalışırken bıyıklı adam geldi ve kendi tabiriyle bize “bilet sattı”. Ertesi sabah, bizim gibi üç kurbanla birlikte, Kekova’ya doğru kürek çekmek üzere Üçağız Köyüne doğru yola çıktık. Aracımız kamyon kasasından bozma bir sözde otobüs, önderimiz de meşe kütüğünden bozma bir sözde rehber. Türkiye’de fizyoterapist olmadığını sanan bir adam mı arıyorsunuz? İşte o bizim rehberimiz. Kekova’nın etrafında kürek çekmek yine de çok güzeldi, bir de her an teknelerin altında kalma tehlikesi yaşamasak daha güzel olacaktı tabii. Rehberimize ve dalgalara rağmen 7-8 km’lik parkuru kol gücü ve güneşten pişmiş dizlerimizle geçmeyi başardık.

Son bir deniz, son bir yemek, son bir içki ve son bir espresso. Kaş’taki her akşamımızda uğradığımız “Coffee Shop Galerie”yi yaşlı bir mimar, Odtuğ Bey, karısı Ingrid’le birlikte işletiyor. Greyfurtlu içecek ve kahvelerin hepsi ayrı bir güzel, onu geçiyorum, Odtuğ Amca’nın çok da güzel bir çizgisi var. Kapının karşısındaki duvarda üç kadınlı bir resim var, bakın anlarsınız.


Geri dönüşün anlatacak fazla bir şeyi yok, dönmek istemedik çünkü. Antalya’nın dağlarında yörükleri ve keçileri gördük dönerken, keçiler “beee-ee-e-e” dedi. Afyon’da, şehrin tarihine geçecek bir sucuk sipariş ettik ve yedik de. Afyon valisi , şehrin altın sucuğunu bize verdi, öyle bir sucuktu yediğimiz.


Günlerden Pazar. Her Pazar ve her dönüş yolu gibi biraz buruk. Deniz Kuşu ara ara uyukluyor, teypte yabancı bir kadın şarkı söylüyor ve bünyemiz İstanbul’u reddediyor.

“Kulaç attıkça sen / Patiska çarşaflar gibi yırtılıyor su ortadan / Ege denizi bu efendi deniz / Seslenmiyor”




* Kuş uçar, yazı kalır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder