29 Kasım 2010 Pazartesi

Yeni Çağın Trendleri Üzerine - 1 (İkincisi belki olur, belki olmaz.)

Müşteriyim, müşterisin, müşteriyiz. Her nerde yaşıyor ve yaşatılıyorsan bil ki ya satın almak ya da üretmek için varsın Sevgili Okur. E dünyanın da sınırı ucu belli, pazarlar sonsuz değil. Hal böyle olunca yeni “icatlar” çıkarmak , yeni trendler yaratmak lazım ki müşterinin iyice suyu sıkılsın, çıkmadık bir şey kalmasın. Öyle değil mi pazarlamacılar? Canlarım benim.



“Organik besinler”den başlayalım, gerisi gelir. Sevgili kimyacılar, „organik“i karbon içeren molekül sanıyordunuz değil mi? Hayır, organik , sapı üzerinde olan domates demektir.

Bugün nice yiğit televizyon hekimi sayısız akşamüstü programına katılarak „organik“ besinleri anlatmakta, nice ana haber bülteni, pazarcıların beyanlarına dayanarak „organik“ vaşington portakalın, „doğal“ çarliston biberin hikmetlerinden bahsetmektedir. Peki „organik“ besinler böyle mucize kabilinden sayılırken „organik“ olmayan besinler niye var?

Bir büyükşehir sakiniyseniz, yaklaşık 5 ila 15 milyon kişiyle aynı yerde yaşıyorsunuz demektir. Peki, 5 milyon insana her gün inekten yeni sağılmış süt sağlayabilir misiniz acaba? Ya da 15 milyon insana köy yumurtası, bir o kadar kişiye ilaçsız bahçelerde yetişmiş domates bulabilir misiniz? Ekonomik ilişkiler şehir insanlarını dip dibe, sürüler halinde yaşamaya ittiği için, herkesin finanse edebileceği, bol miktarda gıda üretmek köylerde olduğu kadar kolay değildir. „Lojistik“ çok zor bir zanaattir; milyonlarca insan için güvenlik stoğu tutmak, herkesin her an ulaşabileceği yerde ve fiyatta gıdayı bozulmadan saklamaya çalışmak kolay bir şey olsaydı, zaten hepimiz organik organik besleniyor olur, kanser manser olmadan yaşardık.

Tabii ki gönül kimyasalların bulaşmadığı bir dünyadan yana. Her mantıklı insan genetiği değiştirilmemiş, ilaçlara bulanmamış, kimyasallarla dezenfekte edilmemiş besinler yemek ister. Ancak maalesef böyle olamıyor ey ahali. Hemen her gıda ya dalda böceklenir ya da durduğu yerde bozulur. Bu noktada iki yoldan birini seçebilirsiniz.

Birincisi, gıdanızı öcü sanayilerin eline bırakıp bir güzel makyajlatmak olacaktır. Korur, temizler, paketlersiniz; biraz minare tozu, biraz E211 ve ta-taam! Ucuz ama bozulmak bilmeyen yoğurtlar, salamlar, dolsun buzdandolaplar!

Ha, korumayabilirsiniz, eyvallah, o zaman da yerine göre bir ağaçtan bir torba mahsül alan çiftçi amcanın maliyetini karşılamanız gerekir. İşte konu gelip burada tıkanır. Dokunmatik telefonlar, oyun konsolları falan ne kadar gerçekse, dünyanın %80’inin günde 10 doların altında gelirle yaşadığı, üç küsür milyarın ya açlık ya da yetersiz beslenme çektiği de o kadar gerçektir. Muhtemelen her gün gördüğünüz „sıradan“ insanların çoğu kuruş hesabı yaparken , iki kat fiyat ödeyerek „organik“ besinler almalarını beklemek çok iyimser bir tavır olacaktır.

Gıda sanayii dahil olmak üzere, bir çok sanayi dalını insanlığın geleceği için tehdit olarak görsem de üzülerek söylemek zorundayım, “organik ürünler” hiçbir zaman parası olan azınlığın faydalanabildiği bir lüks olmaktan öteye gidemeyecek , ne olur birbirimizi kandırmayalım.

(“Doğal” ve “organik adı altında pazarlanan şeylerin ne kimyasallar barındırdığına değinmiyorum bile. “Organik yüz kremi”nizin içinde “paraben” mi var? Merhaba, yalnız değilsiniz.)

Bunu değiştirmenin bir yolu var elbette. Eğer buraya kadar sabredip okuyabildiyseniz bir ara gelin nasıl olabileceğini anlatayım.

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Deniz Kuşu *

Gurdjieff misali seyahatleriyle rotamızı aydınlatan arkadaşlara peşinen teşekkür ederim.


Yolunuz Bodrum’un aşağısına uzanıyorsa, eski gemiler gibi sabah ezanından önce demir alın, benden söylemesi.

Sıcak bir Ağustos gecesinin sabahında, yanımda bir Deniz Kuşu’yla Datça’ya doğru yola çıktım, bundan sonra söyleyeceklerim de bu gezinin not edilmemiş notları ve serbest çağrışımlarıdır.


“Bu şehr-i Stambul ki bi misl ü bahadır...”

Evet abicim öyledir, lakin İstanbul’dan bir an önce çıkmak istiyorsan valizini evde unutmayacaksın. Almak için geri döndüğünde, geçtiğin yolların kapandığını göreceksin, şaşırma. Ayrıca bkz. : Müsli

Sabahın 4’ünde Eskihisar’dan feribota binmenin ayrı bir kafası var. Feribot ne zaman kalkacak, diye kafamı kaldırdım, ne göreyim? (Ne gör?) Topçular’a gelmişiz bile! I love you Yalova.

Lafı uzatmayalım, Gemlik’in zeytini, Bursa’nın da güzel bir çevreyolu var, arabanızın sınırlarını görmek için iyi bir fırsat. Sonra Balıkesir’e doğru püskürtüyor sizi yol. İzmir Yolu diyorlar bu yola; herhalde kimsenin yolu Balıkesir’de bitmiyor.

Yolların zulmü varsa, Susurluk’un ayranı var. Tostu , hatta Starbucks’ı bile var. Rivayet edilir ki, burada Starbucks’a girenler , bir kahveyi iki bardağa döktürüp yılların kapitalistini kandırabiliyormuş.

Yollar duble ama bize hep tek düştü. Zeval gelmeyesice, demiryolu görmeyesice devletimiz yolları bitirememiş, merdaneyle düzeltmeye çalışıyorlar. Düzelince asfalt dökülecek ve biz vın vın gideceğiz. Başbakanımı çok seviyorum.

İzmir’den Aydın’a rüya gibi hızlı dakikalar, Aydın’dan Muğla’ya radarlı patikalar derken, ta taa! Marmaris yolları dinamitleniyormuş, geçmek isteyenlere yol ayrımında zorunlu mola varmış. Molayı değerlendirmek için ara yollardan sahile ‘kite-board’çuları izlemeye gittik. Arabasının off-road performansını görmek isteyenler için bulunmaz fırsat!

Dere tepe düz gide gide akşama doğru boş midelerle Datça - Palamutbükü’ne vardık. Bük Pansiyon’un serin odasına eşyaları bırakıp yemeğe koşan bünyeler, odaya döndüklerinde, “bi’ duş alalım sonra dışarı çıkalım” dediler. Bu sözleri mırıldanarak uyuyakaldıklarında saat 19:30’du.

Güne erken başlamak ve koca bir günü denize bakarak geçirmek… Datça yolları sırat köprüsüyse, bu da cenneti. Palamutbükü, hala el değmemiş güzelliğinin yanında, denizde taş kaydırmak isteyenler için bir tapınak. Bu kadar yassı taş bir araya mı gelir arkadaş, kafayı yersin. Lakin kafayı yemedik, gündüz Hürriyet Ege’de okuduğumuz yan pansiyonun, Mavi Beyaz’ın restoranına gittik. Mezeleri ödüllüymüş; ne ödülü olduğunu bilmiyoruz, “Altın Patlıcan” olabilir. Gündüzden ayırttığımız yer başkasına verilmişti, tüm Datça’ya yayılmış iş yavaşlatma eylemi orda da vardı. Arka masadaki küçük kızın önce buzlarımızı zorla alıp sonra da “Buz ister misiniz” diye gelmesi ve tüm aile üyelerinin birbirine “bebeğim, bebeğim” diye hitap etmesiyle gerilen sinirler, güzel mezelerle gevşedi, leziz yemeklerle kavşadı.

Ertesi gün, azizim, dedik ki güney Datça’da gezilmedik bir bük kalmasın. Palamutbükü’nün doğusundan sahili takip eden manzaralı yoldan gittik. Orda durmadık ama söyleyeyim, Pala’nın hemen doğu yanında çam ağaçlarının arasından kayalara inilir, oradan da denize girilir. Girin. Neyse, Pala’dan doğuya biraz yol alınca, küçücük, el değmemiş, kısa bir patikayla inilen, tatlı mı tatlı, seksi mi seksi bir koy bulduk. Çılgınız ya, hemen yüzdük tabii. Büyükçekmece sahilini andıran Ovabükü ve tekne kalabalığından bulanmış (bunalmış) Hayıtbükü’yle karşılaştırınca, bir tek sandalyesi dahi olmayan bu koy günün tartışmasız yıldızıydı. Bir de Kargı’ya uğradık tabii; Kargı salaşlığından bir şey kaybetmemişti ama hala bir Teletubby kadar sevimliydi. Yosunları saymazsak.

Sonra Knidos… Antalya sahiline virajlı diyen yiğitler, sizleri Knidos yoluna beklerim. Yolun en kötü yanı, manzara öyle güzel ki, bayır aşağı süresi geliyor insanın. Datça yarımadasının en ucunda, Ege’ye uzanmış görkemli bir çalkantı gibi duruyor arazi. Şehrin kurulu olduğu yamaç daralıp denize iniyor, iki yanında iki küçük körfez yaratıp birden yükseliyor. Burda çok güzel yaşanmış arkadaş, belli, yenilmiş içilmiş. Küçük Asya’nın en ucu desek çok yanlış olmaz Knidos için, Ege’ye “bir kısrak başı gibi uzanan” hedonist bir şehir. Şarap tanrısına tapınak yapmış adam, daha ne yapsın. Yeni Rakı Camii gibi…

Dönüşün “Chateau Triopia” denen butik otele bir selam verdik, sağolsunlar şarap ikram ettiler. İddialarına göre, genetik olarak Roma döneminden beri hiç bozulmadan kalmış tek “Alicante” üzümü soyu Datça’da bulunurmuş. O üzümle yapılan şarap ilk yudumda toprak yalamak gibi, sonra sert, şekersiz ve dolgun gövdeli bir hal alıyor – mu acaba? Bilemiyorum artık, inanmayan kendi içsin baksın.


Salı! Kaş yoluna düşmüşken Akyaka’ya uğrayalım dedik. Abauv! Bakir , tesislerin olmadığı bir yer sanarken Akyaka’yı, medeniyetin beşiği , çıldırmanın eşiği çıktı. İkinci bir Büyükçekmece sahili vakası, nüfus yoğunluğu 1 kişi/balık , deniz desen tatsız tuzsuz. Ba-bay!

5-6 saat araba kullanıp tam da yolun sonuna yaklaşırken , Kaputaş Plajı çıkıyor karşına. İnce bir Yarmavadi’nin denize açılan kapısı Kaputaş ; dev duvarların arasında biblo gibi bir plaj. Önce yukardan bir bakıyorsun vitrindeki baklavaya bakar gibi (baklava istiyorum), sonra uzunca bir merdiven ve yapma bir dalga havuzunun içindesin sanki.


Kaş’a gelince; Kaş, Datça’nın aksine 5’ten fazla insanın birarada görülebildiği bir yer. Rock Bar’ı var, Jazz Bar’ı var ama kumsalı yok. Oteller sağolsun, taraça sistemiyle kayalıklara bazı platformlar inşa etmişler; bu platformlara da gündüz şezlong, gece masalar tahsis etmişler. Filmlerde ağaçlarda yaşayan halklar gibi, Kaş’a gelenler de, bu platformlarda güneşleniyor, merdivenleri inip çıkmak suretiyle denize giriyor. İşte terakki!

İlk günün akşamında, Chez Evy denen bir restaurant’tayız. Türkiye’ye yerleşmiş Fransız bir hanım, Evy, konuklarını besliyor. Gerçekten ete doymak böyle bir şeymiş. Mekanda lezzet vücut bulmuş, masalara oturup insanlarla sohbet ediyor, “nasılım ama?” falan diyor.

Su bizonu gibi yatarak geçirdiğimiz ikinci günde, daha sonraları can yoldaşımız olacak şnorkelin ilk denemelerini yaptık. İlk denemeler umut vermiyordu.

Akşam “Bahçe Balık”ta Humus’la , Marine Levrek’le coşarken bu sefer de balığı abarttık galiba. Kafamız güzel, midemiz balon oldu, sonra gittik peştemal aldık.

Ertesi gün, telefonla çağırdığımız Ali Yiğit adlı adam, bizi teknesiyle Limanağzı Feneri’nin yanındaki evine götürüyor. Taşıma suyla yaşayan, elektriği jeneratörden çeken bu derme çatma evin sahne adı “Balık Evi”. Evin yanında , kayaların içinde kocaman doğal bir havuz ve içinde envai çeşit balık var. İnsanın boz ayı olup balık tokatlayası geliyor, öyle bir yer. Belli aralıklarla bir genç geliyor, müşterilerin yiyecekleri balıkları havuzun içinde zıpkınla vuruyor. Evin önü deniz, ama ne deniz. Gözümüzden deniz gözlüğünü çıkaramadık , o kadar çok suda kalmışız ki o gün, ellerimiz seksen yaşına geldi bir günde.

Aşağıdaki balıkları gördükçe aklıma Can Yücel’in “İşte çil çil koşuşan balıklar / Lapinalar gümüşler var ya” sözleri geldi hep. Ertesi gün farkettik ki Can Yücel’in ölüm yıldönümüymüş. Ve biz Can Baba’ya selam vermeden geçtik Datça’dan, küfürü yemişizdir.


Ertesi gün Limanağzı’ndaki Don Quichotte plajındayız. Su imamın abdest suyu. Günlerdir ilk defa sığ bir su ve kumlu bir zemin bulmanın sevinciyle, yanımızda taşıyıp durduğumuz ve toplarını bulmak için dükkanları didik didik ettiğimiz raketleri çıkarıyoruz. Tam oyuna ısınmışken Deniz Kuşu ayağını taşa çarpıyor ve top düşüyor. O da ne! Maske’nin köpeği Milo, kıyının 20 metre açığında büyük bir ciddiyetle aramızdan yüzerek geçiyor ve zar zor dışarda tuttuğu ağzıyla topumuzu kapıp gidiyor. Allahsız! Köpeğin sahibi topu bize geri atınca - ne yapacaksak patlak topu - bu sefer kurulmuş bebek gibi dönüyor manyak köpek Deniz Kuşu’nun etrafında. Oynamıyoruz , mutlu musun?

Mutluluktan bahsetmişken, bir kadını mutluluktan uçuracak ilk üç şeyin içinde bir erkek yoksa bile, bir tiramisu kesinlikle vardır. “Spagettici”ye gidin, kadınınızı mutlu edin, kendiniz de acıbadem likörünün tadını çıkarın. (Merhaba ben Ertuğrul Özkök)

Akşam otele dönerken – Allahım o anı unutamıyorum – Deniz Kuşu sol cenahta şeffaf bir kano gördü ve önünde durdu. O kanoyla denize açılınıyormuş, şeffaf zeminden suyun aşağısı seyrediliyormuş. En sevdiğim şey. Vücut dilimle “hadi gidelim, yorulduk” dercesine oteli işaret etmeye çalışırken bıyıklı adam geldi ve kendi tabiriyle bize “bilet sattı”. Ertesi sabah, bizim gibi üç kurbanla birlikte, Kekova’ya doğru kürek çekmek üzere Üçağız Köyüne doğru yola çıktık. Aracımız kamyon kasasından bozma bir sözde otobüs, önderimiz de meşe kütüğünden bozma bir sözde rehber. Türkiye’de fizyoterapist olmadığını sanan bir adam mı arıyorsunuz? İşte o bizim rehberimiz. Kekova’nın etrafında kürek çekmek yine de çok güzeldi, bir de her an teknelerin altında kalma tehlikesi yaşamasak daha güzel olacaktı tabii. Rehberimize ve dalgalara rağmen 7-8 km’lik parkuru kol gücü ve güneşten pişmiş dizlerimizle geçmeyi başardık.

Son bir deniz, son bir yemek, son bir içki ve son bir espresso. Kaş’taki her akşamımızda uğradığımız “Coffee Shop Galerie”yi yaşlı bir mimar, Odtuğ Bey, karısı Ingrid’le birlikte işletiyor. Greyfurtlu içecek ve kahvelerin hepsi ayrı bir güzel, onu geçiyorum, Odtuğ Amca’nın çok da güzel bir çizgisi var. Kapının karşısındaki duvarda üç kadınlı bir resim var, bakın anlarsınız.


Geri dönüşün anlatacak fazla bir şeyi yok, dönmek istemedik çünkü. Antalya’nın dağlarında yörükleri ve keçileri gördük dönerken, keçiler “beee-ee-e-e” dedi. Afyon’da, şehrin tarihine geçecek bir sucuk sipariş ettik ve yedik de. Afyon valisi , şehrin altın sucuğunu bize verdi, öyle bir sucuktu yediğimiz.


Günlerden Pazar. Her Pazar ve her dönüş yolu gibi biraz buruk. Deniz Kuşu ara ara uyukluyor, teypte yabancı bir kadın şarkı söylüyor ve bünyemiz İstanbul’u reddediyor.

“Kulaç attıkça sen / Patiska çarşaflar gibi yırtılıyor su ortadan / Ege denizi bu efendi deniz / Seslenmiyor”




* Kuş uçar, yazı kalır.

21 Şubat 2010 Pazar

‘Politik Hayvan’ Üzerine

Gündem, güne ait olduğu için çabuk eskir. Hakkında söylenenler de zamanla unutulup gider – unutulup gider ki aynı hatalar tekrar tekrar yapılabilsin. Bu yüzden gündemde olan şeyler üzerine yazmayı, konuşmayı sevmiyorum, ama ‘günlerin getirdiği’, insanı ister istemez düşünmeye zorluyor.

Türkler bu fikirden çok korksa da, tüm yapıp-etmelerimiz politiktir ve bazılarımızın sandığı gibi apolitik olmak iyi ve ahlaklı bir birey olmanın ön koşulu değildir. Yaptığımız iş, aldığımız gazete, restorandaki garsona seslenişimiz, hepsi toplamda politik bir tavrın izdüşümlerinden ibarettir. En nihayetinde insan, toplum ve ekonomi üzerine iyi kötü bir düşünceye sahiptir; bu da onu kaçınılmaz olarak politik kılar.

Bu bağlamda, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan ve muhtelif kökenlerden gelme insanları politik tavırlarına göre sınıflandırmak, fütursuzca genellemek (merhaba sosyologlar!) ve bugüne kadar gözlemlediğim çelişkileri paylaşmak istedim.

Öncelikle, diğer dünya ülkelerinde sıklıkla görülen “sağ” ve “sol” ayrımının bizim ülkede olduğunu söylemek herhalde çok doğru olmaz; belki “sağ” ve “solcuk” desek daha yerinde olur. Niye böyle olduğunu, aşağıdaki sınıflandırmaların içinde daha iyi görebileceğinizi sanıyorum.


Milliyetçi – Muhafazakar:

Birkaç coğrafi devir boyunca ülke geneline hakim olan tür. Dünya genelinde sağda kabul edilir. Temel motifleri, milliyetçi bir çerçevede var olanı “muhafaza” etmek olsa da, neyin muhafaza edildiği pek açık değildir. Sanırım ahlaki değerleri muhafaza ediyorlar, ama her devirde muhafazakarlar ahlaki değerleri coşkuyla muhafaza etse de, her devrin ahlakı birbirinden farklı oluyor. Demek ki neymiş… Muhafızlar!!

Tabii işin bir de milliyetçilik yönü var. Türkiye özelinde baktığımızda komik bir durum ortaya çıkıyor: Milliyetçi-muhafazakarlarımız hep Osmanlıcı! Oysa, Osmanlı bir imparatorluktu ve milliyet kavramının ortaya çıkışıyla dağılmıştı. Tarihi boyunca da hiç milliyet vurgusu yapmadı, zira ortada böyle bir ‚bilinç’ yoktu. Osmanlı devletinin son döneminde, sarayla Türk milliyetçilerinin arası hiç mi hiç iyi değildi zaten. Bu ne perhiz, diyenler için, dahası var :

Rusya’nın, Batı’nın kabuslarına girdiği dönemde, Türkiye „Yeşil Kuşak“ın içine alınmış ve ‚kızıl tehlike’ye karşı tampon ülkelerden biri kabul edilmişti. Bugün Polat vasıtasıyla Amerika’ya kök söktüren güçlerimiz, o zamanlar Amerikan filosunu protesto edenleri dövüyorlardı. Seyircilerin takdirine bırakıyorum.

Her şeye rağmen, kız istemeye gittiğinizde şansınızı en çok artıracak siyasi görüştür.


İslamcı – muhafazakar:

Bir zamanlar her yer İslamlık iken varlıkları pek hissedilmeyen, ama „din elden gitmeye“ başlayınca kenarları iyice belirginleşen yeni hakim güç. Sezar’ın hakkı Sezar’a; çok çalışkan ve organizedirler. Neyi muhafaza ettiklerini sormayın, herhalde bir öncekiyle aynı. Yine de dünya değişiyor, muhafazakar gençler de flört ediyor, demek ki akacak kan muhafaza edilmiyor.

Cumhuriyet sonrası dönemde, genelde tarım, hayvancılık ve ağalıkla geçinen, kırsal kesimde büyüyüp gelişen bu akım, 60’lardan sonra Ortadoğu’dan gelen düşüncelerin de etkisiyle serpildi. İslamcı-muhafazakar hikayenin trajikomik yönlerinden biri, bugün papaz olduğu ordu tarafından ’80 sonrasında pohpohlanarak bugünlere getirilmiş olmasıdır. Bir zamanlar Ramboların Afganlar’la at koşturması gibi…

Genel olarak ticaret ve ihalecilikle geçinen kitlemiz, bugün çok cevval bir hükümet tarafından temsil edilmekte; hükümet de, yılların hıncını kurumların beline beline vurarak çıkarmaktadır. Bu yazıyı görüp üç günde beni linç ettirebilecek bir medya ağları da mevcuttur.

Bu siyasi görüşle evde kalmanız mümkün değildir.


Cumhuriyetçi – Ulusalcılar:

„Atam, kalk da ben yatam!“ ilkesini şiar edinmiş kitlemiz. Cumhuriyeti kuran temel felsefeyi benimsemişlerdir. Karamurat çift ok atarken onlar altı tane atar, ama iş tutmaya gelince, biri felsefenin bir ucundan, öteki öbür ucundan tutar.

Ekonomik görüş olarak “devletçi” olmaları icabeder, ama o iş öldü sanırım. Herhalde, cumhuriyet süreci içinde bu kitleyi en çok zora sokan düşünce olmuştur “devletçilik”. Zira, Batı’nın serbest piyasa ekonomisi devlet kontrolünü düşman bellemiştir ve Türkiye’nin son 50 yılını yönlendiren iç güçler, “ithal ikameci” sistemden “Laissez-faire”e geçene kadar dışardan her türlü desteği almıştır.

“Milliyetçilik” zaman içinde pek beğenilmeyip ama atmaya da kıyılamayıp “ulusalcılık” olmuş, “halkçılık”ın yerini de “Allah işçiye, emekliye yardım etsin, çok zor vallahicilik” almıştır. “İnkılapçılık”ın zaten lafı geçmiyor, “cumhuriyetçilik” de “ne güzel biz bize oturuyorduk, nereden çıktı bu Ermeniler, Kürtler falancılık” oldu sanırım.

“Laiklik”, bu kitleyi bir arada tutan en güçlü bağ olsa gerek. Çeşitli ortamlarda “Türkiye laiktir, laik kalacak!” diye bağıran teyzeler beni bile biraz ürkütse de, artık fiilen suç kapsamına girdiğinden, “laiklik” hoş bir hatıra olarak son film şeridimizde birkaç karede gözükecektir.

Bu siyasi görüşle, kızı alma şansınız %50’lerdedir.


Solcu(k)lar:

Onları İstiklal Caddesi’nde dergi satarken görebilirsiniz. Bir zamanlar meydanlara sığmayan, 1980 darbesinden sonra yokolmaya yüz tutan bu kitle, işçi sınıfındaki tabanını kaybedip azınlık taleplerine tutununca, iyiden iyiye “Görünmez Adam” gibi oldu.

Türk tarihinin kendine ait tek devrimini yadsıyarak devrimcilik yapmaları biraz çelişkili olsa da, bir bildikleri vardır demek en kolayı. Zira tartışmaya girerseniz tavlayı koltuğunuzun altına verirler.

Uyarmadı demeyin, böyle giderseniz kız mız vermezler.


“Demokratikleşme”ciler :

Aşiretler, devlet ve terör örgütü arasındaki, bitmek bilmeyen “düşük yoğunluklu savaş”ın gölgesinde büyüyen bir “azınlık” hareketi. “Azınlık”ı tırnak içine alıyorum, çünkü Kürtler yasal olarak azınlık statüsünde değildir ve devlet Lozan Antlaşması’nda tanımlanan azınlık kavramını bozmamak için yıllar boyu direnmiştir. Şimdi ise devlet ne yapıyor pek belli değil.

“Demokratikleşme”cilerin taleplerinin çerçevesi her demeçte değiştiği için, dışardan bakanlar için, bu düşüncenin, “düşük yoğunluklu savaş”ın neresinde durduğu pek anlaşılamıyor. Oysa “çoğunluk” için en önemli soru budur, zira kan durmadan herhangi bir siyasi çözüm pek mümkün değil.

Bu nedenle iyi bir halkla ilişkiler kampanyasına ihtiyaçları var gibi gözüküyor. Aksi takdirde, yukarıda saydığım kitlelerin çoğuyla konuşarak anlaşamayacaklar. Ben de pek anlamadım zaten.

Kız konusunu aile meclisine sormanızı tavsiye ederim.


Ben:

Sürç-ü lisan ettiysek affola, iyi günler dilerim.