21 Ağustos 2011 Pazar

Miko

Uyandığında yanında kimseyi görmedi. Her sabah, nerede olduğunu hatırladığında, bunun olağan bir şey olduğunu kendine tekrar edip duruyordu Miko. Kamarasından güverteye çıktı ve oturdu. Boş gözlerle mavi düzlüğe baktı. Güneş yine arkasında, rüzgar güneyden esiyor, e hayat hala fena değildi hani.

Üçağız’dan yola çıktığında güneş yeni doğuyordu ve insanı hapşırtacak bir rüzgar vardı. Kimse görmesin, duymasın diye nasıl da titreyerek yürümüştü evin içinde! Aynı odayı paylaştığı üç arkadaşı – ki biri ağabeyidir – biraz mırıldandı uykusunda, oda ölesiye havasızdı yine, Miko parmak uçlarına basarak ve biri uyanırsa söyleyeceği yalanları tasarlayarak kapıya yöneldi. Kimse uyanmamıştı; zaten bu erkek kokan odanın içinde, uzun günlerin yorgunluğunu taşıyan bedenler, öyle her kıpırtıya uyanmamayı öğrenmişti.

Miko – ki Mikail’dir asıl adı ve uzun süre alışamamıştır lakabına, “kutsal meleğin adından lakap olur mu,” diye – çok uzaklardaki evinden kalkıp buraya geldiğinden beri , küçük bir gezi teknesinde çalışmaktaydı. Teknenin limanda yer değiştirmesi gerektiğinde, kaptan yemek yerken ya da ne bileyim, kaptan her olmadığında işte, Miko o cilalı tahta tekerin başındaydı. Üç yılda tekne sürmeyi iyiden iyiye öğrenmiş, Ferdi Kaptan arkada pişpirik oynarken tekneyi hep o idare etmişti.

Bir gün – ki havasız bir odada başlayan sıradan bir gündü – tekneye bir turist grubu geldiğinde Miko’nun kalbi duracak gibi oldu. Evet, daha o yaşında bir sürü güzel kadın görmüş, o kadınları arkadaşlarına ballandıra ballandıra anlatmış, onlarla ilgili hayaller kurmuştu ama bu bambaşka bir şeydi. Kendi yaşlarında bir kız biniyordu tekneye, ve o, şu ana kadar gördüklerinin hiçbirine benzemiyordu. Kestane rengi saçları güneşte pırıl pırıldı, Miko’ya bakıp gülümsediğinde bizim Miko alev alacaktı nerdeyse. Teknenin neresine gideceğini şaşırdı, her yere yetişmek istiyordu; yelken direğine tırmanıp sulara atlamak, oradan çıkıp kızın elinden tutmak, dilini bilmese de “gel birlikte yüzelim,” demek istiyordu.

Karadan ulaşılmayan bakir bir koya demir attıklarında, birlikte yüzdüler. Beatrice sudan çıkarken Miko’nun elini tuttuğunda, Miko tam bir erkek olduğunu hissediyordu. O an bir ordunun karşısında durabilir, yalın kılıç bir kavgaya girebilir, yüksek yamaçların üstünden ufuklara bakabilirdi. Bitmemesini istediği saatler bitmek üzereydi ki, Beatrice Miko’nun eline bir kağıt tutuşturdu. Pembe ve küçük bir not kağıdıydı bu, üzerinde bir adres ve telefon vardı. Kağıdın altında “Italia” yazıyordu, bir de “Beatrice”, Beatrice Moretti.

İşte şimdi Miko, cebinde bu kağıt, yüzünde rüzgarla, en ufak bir pişmanlık ve korku duymadan gidiyordu. Elinde eski püskü bir harita, (neyse ki) kullanmayı öğrendiği bir “cii-pii-es” ve çokca bilinmezlikle gece gündüz yol alıyor; ne Yunan sahil güvenliğini, ne de açık denizin rüzgarını takıyordu. Yedek mazot da biterse ya? Biterse bitsin, on beş yaşında artık Miko, çıkar bir gece vakti Girit’e, atar canını bir restorana, sonra ilk fırsatta pırrr! Ver elini “Italia”!

Boş gözlerle karanlık sulara bakıyordu Miko. Rüzgar kuzeye döner gibiydi, ensesinde bir ürperme hissetti. Öyle ya, önümüz sonbahar - ama daha değil! Dolunayın önünden bulutlar geçiyordu, ışıklarını açmadan gidiyordu Miko, ay ona yetiyordu. Sonra gözlerini kocaman açtı, onları bir kol gibi uzatmak istercesine açtı, uzakta – ama belli belirsiz uzakta – ışıklar gördü. O meşhur Çuha Adası değil mi o?! Cii-pii-es’e koştu. Allah’ıma Çuha Adası! Aha işte Kitira yazıyor haritada!

Çuha’yı geçti miydi, ondan sonrası açık deniz, ne Yunan var ne ada, ha gayret mazot, ha gayret Ferdi’nin külüstürü!

Miko artık rahattı, Kitira’da pek “Sahil Güvenlik” gezmez, zaten adını bilmediği ülkelerin bilcümle kaçağı buraya çıkardı. Yalnız rüzgar sertleşmişti, uyuyakalma şansı yoktu, duramazdı da. Belki sabaha kadar gitmek zorundaydı. Saat kaçtır bu arada? Abisi uyumuş mudur? Abisi… Çok sövmüş müdür arkasından? İtoğlu it, demiş midir, seni getirdiğim günün içine tüküreyim demiş midir acaba?

İşte ilk defa o an, burnunun direğinin sızladığını hissetti. Uçsuz bucaksız bir dünyanın içinde yapayalnız olduğunu duydu Miko; dev bir salıncağın içinde, gökyüzüne yükselip alçalan bir çocuktu o, evet bunu biliyordu, uzaklar çağırıyordu, O ise, tam da her şeyi koparıp gittiğine inanırken vicdanını yanı başında buluvermişti.

Burnunu çekti Miko, alt dudağını büzdü birazcık.

Sonra birden, Ay’ı örten bulutların sudaki gölgesinden, parlak bir ışık çaktı.

Birkaç mil solunda, Yunan sahil güvenliği. Nereden çıktın sen Allahsız?! Sağına baktı Miko, Kitira ordaydı, birkaç mil ötede. Afrodit’in doğduğu toprak olduğunu bilemezdi, Afrodit’ine varmak için hışımla çevirdi dümeni Kitira’ya.

Rüzgara karşı dönmüştü. Mazotun hücumuyla kükredi Ferdi’nin külüstürü.

“Benim adım Mikail ulan, rüzgarı ben estiririm, gelin!”






Resim : Ayvazovski

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder