5 Ekim 2009 Pazartesi

Kaos Ve Raks Eden Yıldız Üzerine

Nietzsche, Zerdüşt’e şunları söyletir :

“Hala kaos olmalı ki bir insanın içinde, raks eden bir yıldız getirebilsin dünyaya.”*

Nietzsche, yaratım ve içsel kargaşa arasındaki güçlü bağı ustaca tespit etmişti. İnsanı huzura erdirmeye çalışan tüm öğreti ve telkinlerin aksine, varoluşun bir kargaşa, bir huzursuzluk halinden beslendiğini görmüş ve insanın yarattığı her şeyi o “rakseden yıldız”ın içinde toplamıştı.

Zerdüşt’ün bu hayali vaazından önceki ve sonraki yıllarda, ortalama insanların yerleşik ahlakları, tüm insanları normalleştirme düşüncesini bir an için bile bırakmadı. “İnsan ‘norm’a girmelidir,” diyordu ahlak, “diğerleri gibi olmalı ve onların biçimini almalıdır.” Böylece insan huzura erecektir ve ortalık güllük gülistanlık olacaktır. Oysa tarih, her gün eve dönüşte bakkala uğrayan, haftasonları da bulmaca çözen evrensel bir sanatçı ya da felsefeci kaydetmemiştir.

Herkes gibi düşünüp yaşayanların, zamanın ötesinde bir şey yaratmasını beklemek – en hafif tabirle – saflık olacaktır. Çoğunluğu oluşturan insan toplulukları, tanrılara yalvararak ya da evde çocuklarıyla oynayarak huzuru ararken, aslında ruhlarının eşsiz açlığını doyurmakta olduklarının farkında değildir. İnsanın içindeki o doyumsuz ateş sıcak ve faydalıdır; tüm ateşler gibi yıkıcıdır da. Demiri büken, dünyaya meydan okuyan, güzelliği söze, taşa ve kağıda işleyen aslında hep o iç kargaşadır. Ancak insan bunu görmezden gelip gerçek yaratıcıya, yani insana, var gücüyle saldırmaktadır.

Huzuru arayan kalabalıklar, içlerinde kaos barındıranları dışlayıp durmuştur tarih boyunca. Bu da bizi şu çelişkiyle yüz yüze getirir : Bir yanda, insanı tutku, acı ve arzulardan arındırmak isteyen muhafazakar kitleler yaratıcı ruhları sindirmeye çalışırken, öte yanda yaratıcı ruhlar, muhafazakar kalabalıkların daha iyi yaşaması için bilim, sanat ve felsefe yapmaktadır.

İnsanlık, ortaya çıktığı günden bu yana, boynuna kadar battığı sudan yükselmeyi bir türlü başaramıyor. İçlerindeki karmaşayı susturan kitleler gevşek bir zeminin üstünde yaşayıp gidiyorlar. Şunu bilmiyorlar ki, üstünde durdukları zeminin altında, dünyanın altın çocukları, gözlükleri, kitapları ve kalemleriyle büyük uygarlık kulesine yeni tuğlalar ekliyor. Toplumlara, kendileriyle ve doğayla mücadele gücü veren tüm silahlar, o tuhaf, huzursuz ve yaratıcı insanların ellerinden çıkarken, şüphesiz ki, bütün bu yaratım arayıştan, arayış da huzursuzluktan doğuyor.

Hal böyleyken, uygarlığımızı bugünlere getiren “iç huzursuzluğunu” yok sayamaz, onun gücünü yadsıyamayız. İnsanın, sosyal bir varlık olarak özgün haliyle varlığını devam ettirebilmesi, acıları, tutarsızlıkları ve tüm karmaşasıyla özgürce var olabilmesi uygarlığın devamı için bir zorunluluktur. Dünya gitgide daha karmaşık, daha kalabalık ve daha sorunlu bir duruma gelirken tek çözüm kaynağını, yani insanı, ve insanın itici gücü olan o dahili kaosu, yasa, din ve ahlakla ehlileştirme lüksümüz yoktur ne yazık ki.


* Sözün orijinal hali: „Man muss noch Chaos in sich haben, um einen tanzenden Stern gebären zu können.“