31 Ocak 2012 Salı

Denizin Adamları

Çok eski ve kusursuz hikayeler der ki; yerleri ve gökleri yaratmadan önce, Tanrı Kuday, uçsuz bucaksız suların üzerinde bir kuş şeklinde uçarmış. Şimdi denizin adamları, o siyah tanrıyı bekler gibi, ufukları kaplayan kuşlara bakıyordu. Üstlerinden sessiz katarlar halinde geçen sürüler yazı müjdeliyordu; sanki güneşi ağır bir yük gibi çekerek ufkun bir yanından diğerine taşıyorlardı.

“Haydi,” dedi Selim, “işimiz çok.”



Kırık dökük, eski bir tekneyi tamir etmek için dört adam yeniden iş başındaydı. Haftalardır Selim ve kardeşleri, harap bir tekne kalıntısından yepyeni bir tırhandil yapabilmek için uğraşıp duruyordu. Mayıs gelmişti, Karamanya’ya sünger avına çıkmak için vakit gelmiş geçiyordu. Tahtalar, çiviler, direk, makaralar ve irili ufaklı yüzlerce parça sökülüp takılmış, bazısı tamir edilip yerine konulmuş, bazısı yeni baştan imal edilmişti.

Mustafa gençti henüz, yaşı on beş yoktu belki, Etrim’den çıkıp Bodrum’un sahiline geldiğinden beri dinlenmeye fırsat bulamamıştı. Bu iş bir an önce bitsin istiyordu, çelimsiz kolları çekiç sallamaktan, kereste bükmekten yorulmuştu. Bir yandan da, ava çıkmaktan korkuyordu. Mayıs’tan Teşrin-i Evvel’e kadar, bilemedin Eylül’e kadar teknede olacaklar, Antakya’ya kadar gideceklerdi. Korkuyordu, çünkü toprakta büyümüştü; ağabeyleri gibi denizle içli dışlı değildi, balıkçı kahvelerinin öykülerini ve diplerin karanlığını aklından çıkaramıyordu.

Günler ve geceler süren mücadelenin sonunda, pırıl pırıl yelkenleri ve hatasız ölçüsüyle, on sekiz arşın boyu, altı arşın eniyle, “Esfar” hazırdı artık. Mayıs’ın on ikinci gününün sabahı, henüz güneş doğmadan rüzgar üstüne doğru açıldılar. Selim dümendeydi, Mustafa ve Ziya yelkende, Bahri yavaş yavaş aydınlanan göğün altında gözüne aşina kayalıkları arıyordu.

Tam on bir hafta, bol bol şumbalar toplayarak – ki pek para etmezlerdi – zaman zaman da melat ve kaba sünger keserek ama her defasında ölümüne bitkin düşerek ilerlediler. Selim, Ziya ve Bahri’yle nöbetleşe dalıyor, Mustafa ise tekneyi hiç terketmiyordu. Gündüzleri neredeyse aç geçirip akşamları ölümüne yiyip içerek Ağustos’u bulmuşlardı ama depodaki süngerin parası bir sene yetecek gibi durmuyordu.

“Kalimnos’lu tüccarlar bir sünger satıyor,” dedi Bahri bir akşam, “İpsator’muş adı.”

Ortadaki balığın son kemiklerini de sıyırırken iştahla anlatıyordu:

“Derinde oluyormuş, belki 70-80 arşın! Ah ama bir bulursan… Yassı böyle, dünya para veriyorlar, gözümle gördüm.”

Ziya ve Mustafa, Bahri’nin gözünde İpsator’u ve dünyanın parasını gördüler o an, yetinmez bir bakıştı bu. Selim kuşkuluydu:

“70-80 arşına dalınır mı ulan? İnsan evladı nasıl insin oraya?”

Selim, daha on yaşındayken mermerle dalmayı öğrenmişti. Önce mermere bağlı ipi güzelce bir çekip sağlam mı diye bakardı. Sağlam mı? Rastgele Selim! İki eli mermere yapışık, gözler koskocaman açılmış, alabildiğine sakin, hızla dibe inerdi o küçük haliyle. Mermeri atar, bıçağı fırtına gibi çekip süngere saldırırdı.

Sünger sertlik kaldırmaz ha! Güzelce keseceksin dibinden. Suyun altında bir istavrit gibi parlayan kemik saplı bıçağıyla, Selim ustasıydı işinin. Aboşa süngeri koyar, kurbağa gibi yukarı sıçrardı. Mermer ziyan olur mu hiç? O da iple yukarı çekilir, bir sonraki dalıcının kucağına verilirdi.

“Roda diye bir alet varmış,” dedi Bahri, “boruyla taa dibe hava yolluyormuş. Sen inanma! 70 arşında sokakta gezer gibi geziyo’muşsun.”

Mustafa, ağabeyinin söylediklerini gözünde canlandıramıyordu. Evet, uzak adalarda, insanların “makine” diye bir şeyler kullandıklarını duymuştu, gözüyle görmüşlüğü yoktu ama bunları anlatanlar çoktu. Kendi kendine yürüyen arabalar kadar tuhaftı bu duydukları, “roda ha?”


Diplerin karanlığı Etrim’den öyle çok adamı içine çekip almıştı ki, herhalde Mustafa’nın saymayı bildiği sayılar onların hesabını tutmaya yetmezdi. Mustafa ertesi günler ve geceleri, yetmiş arşın dipte gezinmenin nasıl olduğunu düşünerek geçirdi. Karaya çıkarıldıklarında bile insanı korkutan o dev mola-molalar, akyalar, camgözler, insanın ayağının altında gezen pehlivan gibi pavuryalar aşağıda bizden birini ister miydi? Sağa sola selam vererek gezen, misal bir Bahri’yi, aşağıda rahat bırakırlar mıydı? Yoksa, her yöne uzayıp giden sonsuz karanlığın içinden, yapış yapış kollar çıkar ve davetsiz misafirleri başka bir aleme mi çekerdi?

“Tramola,” diye bağırdı Selim, ”kör tramola!”

Ziya biraz şaşkın, tekneyi rüzgar üzerine çevirdi, tırhandil boyu kadar yerde bir daire çizdi ve durdu. Hemen yanlarında, bir su kabağı hafif hafif denize batıp çıkıyordu. Belli ki, kendilerinden önce buradan geçen bir tekne, aşağıdaki kayaya işaret bırakmıştı. Şanslılarsa, kendilerinden öncekiler acemi çıkardı. O zaman, aşağıda, hala usta gözler ve bıçaklar için çıkarılmayı bekleyen süngerler var demekti.

Önce Ziya daldı. “Sığda pek bir şey kalmamış,” dedi. “Biraz derine inebilirsek fena değil.”

Selim indi sonra, her zamankinden uzun kaldı aşağıda. Tekneye çıkınca sırt üstü uzanıp belki yarım saat nefesini toplamaya çalıştı. Hasat yine de fena değildi.

Altlarındaki kaya, suyun dibinden yükselen bir kuleyi andırıyordu. Bahri suya mermersiz atladı, biçimsiz, külah gibi kulenin duvarlarından güç alarak kendini derine doğru fırlattı. Tepede, teknenin hemen yanında duran güneşi arkasında hissediyordu. Işık kayayı dev bir avizeye çeviriyor, aletsiz edevatsız dalan Bahri bile kulaç kulaç aşağısını görebiliyordu.

Tam da kaba süngeri kesmiş, çıkmak üzereydi ki, aşağılarda tanıdık şekiller gördü.

“Allah’ıma gördüm! Ekmek musaf çarpsın gördüm!” Deli gibi fırlamıştı sudan Bahri.

“Burdan soğuk su çıkıyor diye herhal, yoksa yetmiş arşın diyorlardı Selim!”

“Ne diyorsun oğlum,” dedi Ziya.

“Ziya, ipsator var aşağıda, dünya kadar hem de. O kadar derin de değil, biraz daha inebilsem alırım, Allah’ıma alırım!”

“Bugün daha dalmak yok,” dedi Selim. Kaptan oydu, tartışmaya mahal yoktu. Yüzü düştü Bahri’nin, bütün akşam sessizliğe gömüldü.


Sabah serinliği Mustafa’nın yüzüne vurduğunda hava yeni aydınlanıyordu. Gözlerini kırpıştırarak güverteye çıktı, kimse yoktu. Deniz dümdüzdü ve yüzeyin hemen altında envai çeşit balık, türlü renklerde dönüp duruyordu. Sabah ve güneşin güzelliğinde Mustafa’ya öyle geldi ki, insan sadece o havayı ciğerlerine çekerek, yiyip içmeden sonsuza dek yaşayabilirdi.

Derin bir nefes aldı Mustafa, eğildi, kayaya doğru baktı. Aşağıda belli belirsiz bir kıpırtı gördü.

Daha da eğildi Mustafa. Birden suyun yüzüne kabarcıklar çıktı.

Suyun bir anlığına donup kaldığı o saniye, aşağıda çırpınan Bahri’yi gördü. Gözlerine inanamadı, bir an gerisine baktı, sonra tekrar önüne, yardım çağırsam mı, diye aklından geçirdi. Bahri son kalan nefesiyle suyun altından Mustafa’ya bağırır gibiydi. Kamaraya inip Selim’le Ziya’yı uyandırmaya çalışsa, sonra onlar ayılıp neler olduğunu anlasalar, sonra kendilerine gelip suya atlasalar…

Hayır, buna zaman yoktu. Hiçbir şeye zaman yoktu, geriye kaykılması bile zaman kaybıydı, olduğu yerden kendini suya bıraktı Mustafa.



Çok eski ve kusursuz hikayeler der ki, Tanrı Kuday, Kişi’ye, suya dalıp toprak çıkarmasını emretti bir gün. Kişi, suya dalıp Tanrı için toprak çıkardı ama hırsına yenik düşüp bir kısmını ağzına sakladı. Tanrı, toprağı suya serpip “Yer olsun!” diye emrettiğinde, Kişi’nin ağzındaki toprak da büyümeye ve onu boğmaya başladı.

Şimdi Bahri, o siyah tanrıya toprak taşıyan ilk varlık gibi, kendi hırsında boğuluyordu.

Mustafa sessiz bir dünyaya inmiş gibiydi. Korkuları sanki yukarda, güvertenin bir köşesine takılıp kalmıştı, iniyordu, önünde elleri vardı, keskin kenarlı taşları, isimsiz yumuşak hayvanları, tepetaklak olmuş bir alemi kendine doğru çekerek iniyordu. Nefesini hiç kulaklarında hissetmemişti, çoğu zaman varlığını bile farketmediği kulakları şimdi acıyla kasılıyordu. Mustafa iniyordu, derinlerde türlü canavarlar, devler ve daha niceleri kollarını açmış onu bekliyor olabilirdi, korkmuyordu, acı içinde ona bakan gözlere doğru iniyordu.

Durdu. Hareketsiz bir gaybın ortasında, ışığın bile henüz cesaret edip girmediği bu derinlikte, Bahri’nin yanındaydı. Bahri, bir ayağı kayanın içinde, bir elinde aboş ve içinde dört tane ipsatorla, hareketsiz duruyordu. Denizin iki adamı, denizin bir sokağında karşılaşmış, bakışıyordu.

Bir ipsator kaydı aboşun içinden, yavaş yavaş salınarak gözden kayboldu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder