31 Ağustos 2011 Çarşamba

Delasan


- Ben bilmem miiii, bilirim ki ben. Bilmem miii, bilirim ki.

Köyün güçlü kuvvetli delikanlıları ahşap kapıyı yumruklayıp tekmelerken, Delasan sayıklamaktaydı. Bir ileri bir geri sallanıp kibritleri zımpara kağıdına beceriksizce vuruyor, sürgülü kapıdan gelen sesleri duymamak için sesini yükseltiyordu.

- Hasan aç kapıyı! Aç vallahi sana göynek alcam şehre inince!

Okul çağına yaklaşıp da, aklının akranlarıyla eş olmadığı iyiden iyiye anlaşılınca, Akil Hala’nın oğlu Hasan, Deli Hasan diye çağrılır olmuştu. Gel zaman git zaman, “Deli Hasan” da “Delasan” olmuş; Hasan bile kendi öz adını unutmuştu. Şimdi kapının ardından çağrılan isim ona öyle uzaktı ki, dikkatini bile çekmiyordu. Delikanlılar ise – böyle bir durumda kendisine deli demek istemediklerinden olacak – “Hasan, Hasan!”, diye bağırıp duruyorlardı.

- Hasan’ım dışarı gel hele etme, bak Emmi de gelmiş, Piştov’unu verecekmiş sana.

Delasan sabahları erkenden köyün meydanına gelir, kelimeleri uzata uzata bir “Selamınaleyküm” çeker, selamını alan oluncaya kadar da kahvenin önünde beklerdi. Erkenden yola çıkmasının bir nedeni vardı tabii; Emmi’yi evden çıkarken yakalar, elini öpüp “Emmi Piştov’u baa vercen mi?” diye sorardı. Emmi de, “Büyü de hele, bakarız.” diyerek geçiştirirdi Hasan’ı her sabah. Şimdi kapının önünde çatlak sesiyle bağıran anasının amcasıydı Emmi. Arka bahçesinde Piştov’u her ateşlediğinde, Delasan, uzakta da olsa, üstüne gelen bir şeyden sakınır gibi sol yanını dönerdi. O küçücük, biçimsiz, kara cisimden o sesin nasıl çıktığını bir türlü anlayamaz, ama kendisine korku veren o kütleyi eline alıp hükmetme arzusunu da bastıramazdı. Emmi’ye gösterilen hürmetin Piştov’dan kaynaklandığını sanır, belinde Piştov’la köyün meydanına indiğini ve herkesin, o gelince “Aleykümselam Delasan” diye ayağa kalktığını düşlerdi.

Yaz güneşinin, kertenkeleleri dalga dalga duvarlara topladığı sıcak bir günde, Delasan, her sabahki töreni tekrarlamak için Emmi’nin kapısının önündeydi. Bekleyişi her zamankinden uzun sürünce meraklandı, kapıyı vurdu, açan olmadı. Kapının üstünden bahçeye baktı, kimseyi göremedi. Köyün meydanına inince Emmi’yi kahvede otururken buldu. Alıştığı düzen bozulduğundan olsa gerek, Emmi’ye bakakaldı.

- Beni mi bekledin yiğen?
- He Emmi, sana baktım.
Emmi duyup duymadığını belli etmeden çayından bir yudum aldı. Delasan sesini yükseltti:

- Emmi?
- De yiğen.
- Ben büyüdüm Emmi.

Büyümüştü; şimdi kibritleri zımpara kağıdına vurup dururken ellerinde görüyordu bunu. Belki yıllar olmuştu, ellerine bu kadar uzun, bu kadar dikkatli bakmamıştı. Hatırladığı gibi değildiler, eski bir pabuç gibi gözüküyorlardı gözüne. Emmi’yi kahvede bulduğunda da büyüdüğünün farkındaydı; yıllar önce, koluna uzanmaya çalıştığı kapının üstünden bahçeye bakabiliyordu artık.

- Büyüdün tabii, büyümez olur musun.
- O zaman Piştov’u vercen di mi Emmi.

Emmi yanıt vermedi. Kaşlarını kaldırıp yanındakilerle konuştu, Delasan sıkılıp gider diye bekledi. Delasan’ınsa gitmeye hiç niyeti yoktu. Yıllardır bu anı bekliyordu; Emmi’si “Gel artık kocaman oldun.” diye onu gizemli bahçesine alacak, Delasan da belki bir erik, belki bir armut ağacının altında Piştov’u ateşleyecekti. Ateşleyince ne olacaktı belli değil, ama yapacaktı işte.

- Emmi ben bekliyim mi evin önünde?

Sıcaktan mı, yoksa Delasan’ın ısrarından bıktığından mı bilinmez, birden sinirleniverdi Emmi:

- Ulan daha bi ateş yakmayı bilmiyon, nasıl ateş edecen!
- Biliyom ki Emmi.
- Biliyosan git de anana yardım et. Büyümüşmüş!

Belki de ilk defa o gün, Delasan, aklı başında bir insan gibi, sahip olduğu bir şeyi kaybetmenin korkusunu duydu içinde. Her şeyi geç anlıyordu ama Piştov’a dokunma umudunun uçup gitmekte olduğunu bir anda kavrayıverdi.

Eve koştu. “Ana!” diye bağırdı, anası yoktu. Su kazanı bahçeye konmuş, altının yakılmasını bekliyordu. Delasan, pencereyle demirlerin arasından, kibrit kutusu yerine geçen zımpara kağıdını aldı; kazanın altındaki iki büyük taşın arasına sokuşturulmuş çalı çırpıyı yakmaya çalıştı. Olmayınca, “Rüzgardan.” dedi. “Ahırda yakarım buraya getiririm.” diye düşündü. Ahırın içinde de rüzgar vardı, kibritlerse birer birer kırılıyor ama bir türlü yanmıyorlardı. Delasan rüzgara kızıp telaş ve öfkeyle ahırın kapısını kapadı. Kışları, sıcak oluyor diye ineklerin yanı başında uyurken kapının arkasına sürdüğü dört köşe kütüğü, rüzgar giremesin diye yerine yerleştirdi. İlk vurduğu kibrit birden alev aldı, penceresiz ahırın içine ışık doldu. Şaşkınlık ve mutlulukla, bir süre kibrite baktı, sonra köşedeki küçük saman topunun üstüne atıverdi. Samanlar kibritin alevini büyüttü. Ortalık daha da aydınlanırken ince bir duman yayıldı.

- Biliyom işte ateş yakmayı, biliyom!

Küçük saman balyası sönerken, anası dumanı görüp kapıyı yumruklamaya başlamıştı bile. Neden yaptığını unutmuştu artık Delasan, birbiri ardına kibritleri kağıda vuruyor, yakamadığı kibriti bırakıp yenisini alıyordu. Bir yandan ellerine şaşıyor, bir yandan yakamadığına öfkeleniyordu.

- Ben bilmem miiii, bilirim ki ben. Bilmem miii, bilirim ki.

Bağırış çağırışlar kar etmeyince baltalar inmeye başladı kapıya. Büyük elleriyle son kibritini aldı Hasan, bir vuruşta yaktı, hiç düşünmeden attı büyük yığının içine.

- Emmiiii! Büyüdüm ben! Yaktım ateşi!

Hasan’ın büyük elleri aleve uzanmıştı. Elleri, alevle gövdesi arasında iki gölgeydi. Parmaklarını oynatmasıyla, Piştov’un resmi belirdi birden.

Güldü Hasan, doyasıya güldü.





Resim : "Kader" - Jak İhmalyan

21 Ağustos 2011 Pazar

Miko

Uyandığında yanında kimseyi görmedi. Her sabah, nerede olduğunu hatırladığında, bunun olağan bir şey olduğunu kendine tekrar edip duruyordu Miko. Kamarasından güverteye çıktı ve oturdu. Boş gözlerle mavi düzlüğe baktı. Güneş yine arkasında, rüzgar güneyden esiyor, e hayat hala fena değildi hani.

Üçağız’dan yola çıktığında güneş yeni doğuyordu ve insanı hapşırtacak bir rüzgar vardı. Kimse görmesin, duymasın diye nasıl da titreyerek yürümüştü evin içinde! Aynı odayı paylaştığı üç arkadaşı – ki biri ağabeyidir – biraz mırıldandı uykusunda, oda ölesiye havasızdı yine, Miko parmak uçlarına basarak ve biri uyanırsa söyleyeceği yalanları tasarlayarak kapıya yöneldi. Kimse uyanmamıştı; zaten bu erkek kokan odanın içinde, uzun günlerin yorgunluğunu taşıyan bedenler, öyle her kıpırtıya uyanmamayı öğrenmişti.

Miko – ki Mikail’dir asıl adı ve uzun süre alışamamıştır lakabına, “kutsal meleğin adından lakap olur mu,” diye – çok uzaklardaki evinden kalkıp buraya geldiğinden beri , küçük bir gezi teknesinde çalışmaktaydı. Teknenin limanda yer değiştirmesi gerektiğinde, kaptan yemek yerken ya da ne bileyim, kaptan her olmadığında işte, Miko o cilalı tahta tekerin başındaydı. Üç yılda tekne sürmeyi iyiden iyiye öğrenmiş, Ferdi Kaptan arkada pişpirik oynarken tekneyi hep o idare etmişti.

Bir gün – ki havasız bir odada başlayan sıradan bir gündü – tekneye bir turist grubu geldiğinde Miko’nun kalbi duracak gibi oldu. Evet, daha o yaşında bir sürü güzel kadın görmüş, o kadınları arkadaşlarına ballandıra ballandıra anlatmış, onlarla ilgili hayaller kurmuştu ama bu bambaşka bir şeydi. Kendi yaşlarında bir kız biniyordu tekneye, ve o, şu ana kadar gördüklerinin hiçbirine benzemiyordu. Kestane rengi saçları güneşte pırıl pırıldı, Miko’ya bakıp gülümsediğinde bizim Miko alev alacaktı nerdeyse. Teknenin neresine gideceğini şaşırdı, her yere yetişmek istiyordu; yelken direğine tırmanıp sulara atlamak, oradan çıkıp kızın elinden tutmak, dilini bilmese de “gel birlikte yüzelim,” demek istiyordu.

Karadan ulaşılmayan bakir bir koya demir attıklarında, birlikte yüzdüler. Beatrice sudan çıkarken Miko’nun elini tuttuğunda, Miko tam bir erkek olduğunu hissediyordu. O an bir ordunun karşısında durabilir, yalın kılıç bir kavgaya girebilir, yüksek yamaçların üstünden ufuklara bakabilirdi. Bitmemesini istediği saatler bitmek üzereydi ki, Beatrice Miko’nun eline bir kağıt tutuşturdu. Pembe ve küçük bir not kağıdıydı bu, üzerinde bir adres ve telefon vardı. Kağıdın altında “Italia” yazıyordu, bir de “Beatrice”, Beatrice Moretti.

İşte şimdi Miko, cebinde bu kağıt, yüzünde rüzgarla, en ufak bir pişmanlık ve korku duymadan gidiyordu. Elinde eski püskü bir harita, (neyse ki) kullanmayı öğrendiği bir “cii-pii-es” ve çokca bilinmezlikle gece gündüz yol alıyor; ne Yunan sahil güvenliğini, ne de açık denizin rüzgarını takıyordu. Yedek mazot da biterse ya? Biterse bitsin, on beş yaşında artık Miko, çıkar bir gece vakti Girit’e, atar canını bir restorana, sonra ilk fırsatta pırrr! Ver elini “Italia”!

Boş gözlerle karanlık sulara bakıyordu Miko. Rüzgar kuzeye döner gibiydi, ensesinde bir ürperme hissetti. Öyle ya, önümüz sonbahar - ama daha değil! Dolunayın önünden bulutlar geçiyordu, ışıklarını açmadan gidiyordu Miko, ay ona yetiyordu. Sonra gözlerini kocaman açtı, onları bir kol gibi uzatmak istercesine açtı, uzakta – ama belli belirsiz uzakta – ışıklar gördü. O meşhur Çuha Adası değil mi o?! Cii-pii-es’e koştu. Allah’ıma Çuha Adası! Aha işte Kitira yazıyor haritada!

Çuha’yı geçti miydi, ondan sonrası açık deniz, ne Yunan var ne ada, ha gayret mazot, ha gayret Ferdi’nin külüstürü!

Miko artık rahattı, Kitira’da pek “Sahil Güvenlik” gezmez, zaten adını bilmediği ülkelerin bilcümle kaçağı buraya çıkardı. Yalnız rüzgar sertleşmişti, uyuyakalma şansı yoktu, duramazdı da. Belki sabaha kadar gitmek zorundaydı. Saat kaçtır bu arada? Abisi uyumuş mudur? Abisi… Çok sövmüş müdür arkasından? İtoğlu it, demiş midir, seni getirdiğim günün içine tüküreyim demiş midir acaba?

İşte ilk defa o an, burnunun direğinin sızladığını hissetti. Uçsuz bucaksız bir dünyanın içinde yapayalnız olduğunu duydu Miko; dev bir salıncağın içinde, gökyüzüne yükselip alçalan bir çocuktu o, evet bunu biliyordu, uzaklar çağırıyordu, O ise, tam da her şeyi koparıp gittiğine inanırken vicdanını yanı başında buluvermişti.

Burnunu çekti Miko, alt dudağını büzdü birazcık.

Sonra birden, Ay’ı örten bulutların sudaki gölgesinden, parlak bir ışık çaktı.

Birkaç mil solunda, Yunan sahil güvenliği. Nereden çıktın sen Allahsız?! Sağına baktı Miko, Kitira ordaydı, birkaç mil ötede. Afrodit’in doğduğu toprak olduğunu bilemezdi, Afrodit’ine varmak için hışımla çevirdi dümeni Kitira’ya.

Rüzgara karşı dönmüştü. Mazotun hücumuyla kükredi Ferdi’nin külüstürü.

“Benim adım Mikail ulan, rüzgarı ben estiririm, gelin!”






Resim : Ayvazovski