21 Haziran 2011 Salı

Rüya

Bilal, son kez yüzüğüne baktı. Şimdi çıkartıp vermesi gereken bu yüzük baba tarafından dedesi Hüsrev Ağa’ya aitti. Hüsrev Ağa’nın çocukları için yüzük babalarının bir parçası; saçları, elleri ya da yüzü değişse de hiç değişmeyen tek noktasıydı. Bazen Bilal dedesinin bu yüzüğü nereden aldığını merak eder, babanesine sorardı. Bilal çocukken anlayamıyordu, şimdilerde babanesinin yüzündeki o tuhaf ifadenin aslında kıskançlık ve hayal kırıklığı arasında bir yerde durduğunu kavramaya başlamıştı.

Şu an, tam da bu yerde, bu düşüncelere nereden kapıldığını merak etti birden. Yüzüne yaklaşan bir yumruk vardı. Bu kaçıncıydı, kim tarafından atılıyordu, merak etmiyordu. Aklında Hüsrev Ağa vardı. Dedesine o yüzüğü bir ömür boyu taşıtan sebebi düşünüyordu. Hüsrev Ağa’nın uzaklara gittiği anlatılırdı, Acem ilinin içlerine at sürdüğü, aylarca geri gelmediği söylenirdi.

“Döndüğünde parmağında sadece bir yüzük, boynunda da bir muska vardı,” demişti babasının halası Hatice Hatun. Şimdi, tam da Bilal bunları düşünürken yüzüne bir yumruk iniyodu. “Herhalde,” dedi Bilal içinden, “dünyada namertten koruyacak bir muska yoktur.” Kendi kanını hissetti, sıcak ve tuzluydu. İşte aynı böyle düşmüştü atından Hüsrev Ağa. Parmağında yüzüğü, boynunda muskası, sırtında paramparça bir çul ve sağ yanında domdom kurşunuyla.

“Bir Acem kızına tutulmuş,”demişti Hatice Hatun. “Öyle sevmiş ki, vuruşmuş. Karşı taraftan birini öldürmüş, kendi de vurulmuş.” Kendisi, yani tam da şu an kendi kanını tadan Bilal, bir kıza vurulmuş olabilir miydi? Bu düşünce içinde olduğuna şaşırdı. Kafasında ağır yumruklar birbiri ardına patlarken, uzakta bir yerde bütün bunlardan habersiz bir kadın vardı. Ağzıyla, gözüyle tastamam bir kadın. Bilal o kadın için vuruşmayı isterdi, sağ yanına bir kurşun da yiyebilirdi. Şimdiyse o, yani ağzı, gözü ve her yeriyle kadın olan O, her şeyden habersiz belki bir elmayı yiyor, belki bir vitrine bakıyordu.

Hüsrev Ağa ateşler ve sanrılar içinde günlerce yatmıştı. Kocakarı ilaçları, dualar ve tütsüler arasında, bilincinin açık olan tek yerinden giren ışığa, belli belirsiz bir ismi sayıklıyordu. O isim ki, Ağa onu kutsal bir emanet gibi ebediyen taşıyacak ve sanki besmeleyle sokağa çıkar gibi, yüzüğe her baktığında onu tekrar edecekti.

“Bana bak,” dedi adam, “tekrar et!” Bilal, tuzu ve sıcağı hissederek bilmediği bir marşın sözlerini tekrar ediyor, kendi sesini uzaklardan bir homurtu gibi duyuyordu.

“Uyandı,” demişlerdi Hüsrev Ağa’nın anasına. Hüsrev Ağa, bir homurtular denizindeydi sanki, etrafında kadınlar, kadınlar ve kadınlar vardı. Ağlayan, gülen, bağıran kadınlar... Onu biri o denizden çekip çıkarsın istedi.

Bilal’ı oradan çekip çıkaracak kimse yoktu. Şimdi burada, bir kış salısının puslu bir akşamında, o, yapayalnız, bir marş söylemekteydi. Bacaklarına inen tekmeleri saymak derdinde değildi, kendi sesini duymuyor, parmağından çekip alınan yüzüğü düşünüyordu.

“Nerde,” diye sormuştu Hüsrev Ağa. Su ya da ekmek istemeden, anasının ya da ağabeyinin boynuna sarılmadan, “nerde?” Ağlayan, gülen ve bağıran kadınlar şaşkın şaşkın onun yüzüne bakmış, o ise, parmağında duran o küçük metal nesneyi seyre dalmıştı. Sanki rüya aleminden gelmediğine kendisini inandırmak istiyor gibiydi. Evet, orada, uzaklarda bir yerde, uğruna kurşun attığı, kurşun yediği, öldürdüğü ve ölümden döndüğü biri vardı.

Bilal artık durmadan bir rüyaya dalıp çıkıyordu. Her vuruşta ayılır gibi oluyor, ellerinin bağlı olduğunu yeniden ve yeniden hissediyordu. Bütün bunlar olmayabilirdi, o şu anda, bir elmanın kokusunu alıyor olabilirdi. Hatta o şu anda bir vitrinde yansımasını görüyor da olabilirdi. İnanılmaz olansa, o buradaydı; tüm bedeniyle, ruhuyla gerçekten de buradaydı. Asla olmayacağını düşündüğü yerde, yapayalnız otururken ve bir rüyaya dalarken, Hüsrev Ağa’nın sevindiği son şeyin aslında gerçekliğin kendisi olduğunu anımsadı. O, bütün bunların bir rüya olmadığına seviniyordu.


“Dede?”

Hüsrev Ağa son kez eline baktı. Bilal, onun dudaklarında hayal meyal bir hareket gördü. Dedesi bir ismi sayıklıyordu.





(Resim : Jak İhmalyan - Şefkat)