13 Aralık 2011 Salı

Lodos

Mustafa gökyüzüne bakıyordu. Herhalde, hiçbir sokak, hiçbir çocuğa böylesi büyük, böylesi görkemli gözükmemişti. Gökyüzünden bulutlar geçiyordu; maviliğin altında kayarak, gerilere, Mustafa’nın görmediği yerlere gidiyorlardı.

Tophane’nin kuytu bir sokağında, ayaklarının tam da üstünde – ama gökyüzünün altında – duran Mustafa, gözlerinin önünde uzayıp giden taş binaların büyüklüğüne şaşıyor, taştan bir vadinin içinden, bulutları göğe bağlayan ipleri görmeye çalışıyordu.

Mustafa kara kurudur, çırpı bacakları ve ince kolları vardır. Lodosu duydu mu yüzünde, yokuş aşağı koşar; kiremitten kale direklerini geçer, kaldırım taşından oturakları, patlak topları, dökük duvarları - ve sonra sola döner, es lodos es! Rüzgara karşı koşarken Mustafa, ağzını kocaman açar, nefessiz kalana dek yutar rüzgarı ve sonra sola döner.

Solda, artık birkaç tane kalmış ağacın gölgesinde hamallar dururdu o zamanlar. Karaköy’e çıkan yollara dağılmadan evvel, hamallar ağaçların altında sigara içerdi. Mustafa sola döndüğünde araba lastiğinden bozma pabuçlarını pat pat vurarak hamalların önünde dururdu. Çünkü onlar çelik gibi adamlardı; Mustafa’nın koşuşunu görüp, “Analar neler doğurmuş! Tazı mübarek!” deseler bir kerecik, şad olurdu bizim oğlancık. Herkes kendi derdindeydi lakin, Mustafa için de hava hoştu zaten. Hem bu eğri büğrü hamallara mı kaldı o, Ayten var ya!




“Erik kurusu Ayteenn!” diye bağırdı Mustafa, Ayten’in evinin altında, iki taş basamağın tam da önünde. Ses gelmedi.

“Şapşal Ayteen!” diye bağırdı Mustafa, sonra da kapının pervazına saklandı. Ses yoktu ama.

Başını kaldırıp yukarı baktı. İki katlı taş binanın üst katında perde yoktu. Adı gibi biliyordu, daha dün ordaydı perdeler – yoksa dün değil öteki gün müydü? Kime soracaktı Ayten’i, Sarı Kemal’e sorsa, dalga geçerdi Kemal. Ali’ye sorsa, küfrederdi Ali.

Hamallar! Koştu Mustafa.

“Selim Dayı! Zahide Teyzeler taşındı mı, haberin var mı?”

“Taşınmışlar, hee. Araba gelmiş, arabayla taşınmışlar.”

Bakakaldı Mustafa. Gözleri küfeye kilitlendi. İç içe geçmiş hasıra baktı, onları işleyen elleri düşündü, nefes alabilmek istedi tekrar, alamadı.

Rüzgar hala esiyordu. O ana dek, sokağını hiç mi hiç terk etmemiş olan Mustafa, Karaköy’e doğru yürüyordu. Arkasına baktı. Sokağının o upuzun taş binaları uzaktan daha küçük görünüyordu. Önüne baktı. İnsanlar, arabaların arasından geçip, binaların içinden çıkıp dur durak bilmeden koşturmaktaydı.

Ayten gitmişti. Artık camın altında durup bağırdığında, kafasına bir şey atan olmayacaktı. Zahide Teyze, “anana söylerim ha!” demeyecekti. O eve belki tombalak kafalı bir oğlan, belki dişlek bir kız taşınacak, Ayten’in yürüdüğü yerde yürüyecek, onun baktığı camdan bakacaktı. Ama her kim taşınırsa taşınsın, o evde bir zamanlar bir Ayten olduğunu bilmeyecekti.

Sokağa doğru koştu Mustafa, lodos arkasındaydı artık, sanki havalanmış gibi gidiyordu. Ayaklarını pat pat vurarak geçti hamalları, bir sıçrayışta aştı kapı eşiğindeki iki basamağı. Binanın döküntü kapısı tık diye açıldı zaten, hem her yerini bilirdi buranın Mustafa, biraz itip kakmayla Ayten’in evindeydi artık.

Tahta zemin gıcırdıyordu. Birkaç pencereden kör bir ışık giriyor, küf kokusu Mustafa’nın kafasını bulandırıyordu. Yavaşça pencereden sokağa baktı. İşte daha yarım saat önce, on dakika önce belki, tam da şurada durmuş gökyüzüne bakıyordu. Yerinden kıpırdamasa, Ayten’in taşınıp gittiğini bilmeyecekti. Onun hep orada olduğunu sanarak ve geçen bulutları sayarak dikilecekti işte. Niye koşarsın ki aptal gibi!

Kahramanlıklar düşledi o an, bir küfeye saklandığını düşledi, Galata’ya gittiğini hamal sırtında, oradan Şişhane’ye, Pera’ya… Binalara tırmandı, şehre baktı, martılar kadar yüksekteydi şimdi. İnsanlar arabaların arasından geçmekteydi, o ise lodosa yüzünü vermiş tepeden onlara bakıyordu. Bulutları tutan ipleri gördü sonra, birine tutundu; caddelerin, bulvarların, suların ve sarayların üzerinden geçti; insanlar, insanlar ve insanlar vardı; yüzlerce, binlerceydiler; bulutları tutan ipleri görmüyor, Ayten’e de benzemiyorlardı.

Ah! Kafam! Kim toka attı kafama!

İşte Ayten ordaydı. Hınzır hınzır bakıyor, aşağıdan, bulutlardaki Mustafa’ya toka atıyordu.
“Kuru kafaaa!” diye bağırdı Ayten, Mustafa iplere tutunmuş aşağı iniyordu, kahramanca gülümseyerek.

Gözlerini açtı Mustafa. Yerde, sehpanın izi duran tahtaların üstünde, küçük bir toka duruyordu. Yarısı yoktu.

“Yarısı bende işte, erik kurusuuu!”

1 yorum: